Eğitim sürecinde gerçekten eğittiğimizden çok, eğitiyormuş gibi bir yanılsama içerisinde olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Sorunların farkında olmamıza, çözüm yollarını az çok bilmemize rağmen, bu düğümleri etkili bir şekilde çözemiyoruz. Ancak nedense, tüm bu başarısızlıklara rağmen, çözüyormuş gibi davranmaya devam ediyoruz. Peki, derslere gerçekten mutlulukla mı giriş yapıyoruz? Aslında yalnızca mutlu görünmenin oyunculuğunu sergiliyoruz. Öyle ki artık gülmek yerine küçük bir gülümsemeyle yetinmeye başlamış durumdayız. Eğer bir gün bu yüzeysel gülümsemeyi dahi unutur hale gelirsek, buna hiç şaşırmam.
Tüm bu çabanın sonunda ne kazanıyoruz? Büyük bir boşluk. Sistem içerisinde öğretmen, tükenmiş ya da tükenme noktasına getirilmişse, ondan fazlasını beklemek gerçekçi değil. Bu noktada önemli olan soru şu: Tüm bunları kimin için yapıyoruz? Temelde bu sorunun yanıtı bizi eğitimin amacına götürecek olsa da durum umutsuz görünüyor. Umut aşılayabildiğimizi söyleyebilir miyiz? Maalesef hayır. Zira kendi umutlarımız dahi birer birer tükenmiş durumda. Öğrencilerimize hayal kurdurabiliyor muyuz? Ne yazık ki, hayallerimizi bile çoktan yitirdik. Onları gelecekle ilgili planlar yapmaya teşvik edebilir miyiz? Bu konuda ikna olmak zor. Çünkü bizler yarının ne getireceğini dahi öngöremiyoruz.
Oysa öğretmene dair ne kadar da etkileyici sloganlarımız var:
Eyyyy!
- Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.
- Öğretmen doğan güneşe benzer, etrafını aydınlatarak karanlıklara meydan
okur.
- Öğretmen bir kandile benzer, kendini tüketerek başkalarına ışık
verir.
- Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.
- Yedi ayrı ülkeden 77 çeşit arı gelse, 777 çiçeğe konsa, hiçbiri sizin
kadar olmaz öğretmenim.
Bu sözler içimde derin yankılar uyandırıyor; sessiz çığlıkların ağır yüküyle yüzleşiyorum. Ama dönüp bakınca ne görüyorum? Kendimizi gaza getiren hatta ana sınıfı öğrencisi gibi hissettirse de bu güzel sözler, kendimizi alıkışlamaktan alıkoyamıyorum. Neyse ki oturaklı sloganlarımız var; aksi takdirde çoktan idealizmden vazgeçmiş olurduk sanırım. Medyanın da katkısını unutmamak gerek(!); her fırsatta "eğitimde uçtuğumuzu" hatırlatıp bizi motive (!) etmeyi başarıyor.
Sorunun ne olduğunu biliyor muşunu? Üç maymunu oynamak! Belki de bu nedenle ilk ziyaretimiz göz doktoruna olmalı—çünkü kalkınmayı gördüğümüz yok. Ardından kulak burun boğaza gitmeliyiz—çünkü güzellemeleri duymadığımız kesin. Daha sonra nörolojiye yönelmeliyiz—çünkü okullarımızdaki her şeyin güllük gülistanlık olduğunu anlamıyoruz. En sonunda ise psikoloğa başvurmalıyız. Öğretmenler odasında öyle içine kapanık meslektaşlarım var ki, duyarsızlığa hayran kalmamak elde değil. Anlatılmayanı görüyor, söylenmeyeni duyuyor. Bravo! Ama işin sırrını nedense paylaşmıyorlar.
Peki, mutluluğun sırrı nerede saklı? Çok çalışıp başarmakta mı? Hayır, bu değil. Anladım ama hâlâ doğru adresi bulabilmiş değilim. Biz buradayız; peki neden? Sadece ders saatlerini doldurmak için mi? Sohbet sırasında bile bu "Neden?" sorusunu kocaman harflerle sormuyor muyuz? Elbette soruyoruz. Tam bu sorgulamaların ortasındayken masamda iki kitap belirdi: biri Carlo Collodi’nin Pinokyo’su, diğeri Miguel de Cervantes’in Don Kişot’u. Şimdi karar sizin: Sınıfa hangisiyle gireriz? Yalanlarla uzayan Pinokyo’nun burnu mu, yoksa hayalin gerçeğe karıştığı Don Kişot’un fantastik dünyası mı?
Tam da bunları düşünürken, o meşhur ve yankılanan müdürümüzün sesi duyuldu: “Siz öğretmensiniz! Aslansınız! Yiğitsiniz! Kim tutar sizi?” Bu sesle masadaki iki kitabı da aldım elime. Müdürümüz başka seçenek bırakmamış gibi görünüyordu. Bu çağda ya Don Kişot olacağız ya da Pinokyo. Görünüşe göre öğrenciler de veliler de bu gerçekle yaşamaya alışacak. Tabi bir gün Alaaddin’in Sihirli Lambası’ndan o cin çıkıp işleri gerçekten yoluna koyana kadar...

0 Yorumlar