Nasreddin Hoca’nın bir fıkrası vardı hani, kadılık yaparken bir kişi hasmı için söylemediğini bırakmamış. Sonra: “Hocam, Allah aşkına söyle, demiş, haklı değil miyim?”
Hoca da “Haklısın,” demiş.
Arkasından hasmı gelmiş. Bu defa da o başlamış atıp tutmaya sonra da Hoca’ya sormuş:
“Haklı değil miyim?”
Hoca da “Vallahi çok haklısın,” demiş.
Hoca’nın karısı bile bu işe şaşırmış kalmış.
Senin kadılığında bir garip Hoca Efendi. İkisine de sen haklısın dedin. Hiç öyle şey olur mu?
Hoca hanımının yüzüne bakıp: “ Valla Hatun, demiş, sen de haklısın!”
Eğitim öğretim süreci içerisinde de herkesin kendini amasız, fakatsız haklı gördüğü kesindir. Garip Nasreddin yaşasaydı acaba ne derdi? Veliye bakıp, onu dinleyip “haklısın” derdi. Ardından garip öğretmenleri dinleyip “haklısın” derdi. Hele okul idaresini dinlese haklısın demekle kalmaz, hüngür hüngür ağlardı. Bence öğrencileri ve gençliği hiç dinletmeyelim.
Hoca, Akşehir Gölü’nün kıyısına oturmuş. Çevresindekiler bir de bakmışlar ki Hoca, çömleğinden çıkardığı kaşık kaşık yoğurdu göle boşaltıp karıştırmıyor mu? Onu görenler şaşkınlıkla sormuşlar:
“Hocam, ne yapıyorsun öyle?”
“Göle yoğurt çalıyorum!”
“Göl hiç yoğurt tutar mı?”
“Ya tutarsa?”
Yine geldik bu kıssadan eğitim sistemimizin mayasına. Bakalım bizim maya tutmuş mu? Daha da eskilere gitmeden Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri olan altı oktan ve bunun çerçevesinde yapılan devrimler aracılığıyla eğitim öğretim sistemimiz şekillenmeye başladı. Harf devrimi çalınan ilk maya diyebiliriz. Peki, tuttu mu? Cevabını günümüz Türkiye’sinde yaşamaktayız.
Türkiye, harf
devriminin ardından başlatılan okuma yazma seferberlikleriyle okuryazar
sayısını her geçen yıl artırırken, 1927'de yüzde 11 olan okuryazarlık oranı
1935'de yüzde 20,4'e, 1950'de yüzde 33,6'ya, 1960'ta yüzde 39,5’e, 2008 yılında
ise yüzde 85.71'e ulaştırmıştır. Ardından Köy Enstitüleri efsanesi yaşanıyor.
Bu maya da tuttu gibi. Bu sayede çok fazla köy ve köylü kalkındı. Kültürle,
sanatla, edebiyatla tanıştı.
Çocuklar bir gün Nasreddin Hoca'nın etrafını sarmış. "Hocam, bana düdük al!" demiş biri. "Bana da, bana da!" demiş diğerleri. İçlerinden sadece biri Nasreddin Hoca'ya düdük parası vermiş. Hoca, akşam pazardan dönünce çocuklar etrafını sarmış. Her biri düdüğünü istemiş. Cebinden sadece bir düdük çıkaran Hoca, onu parayı veren çocuğa vermiş. Diğer çocuklar hep bir ağızdan bağırmış:
“Hani bizim düdüğümüz?” diye sormuşlar.
Hoca gülerek,
“Parayı veren düdüğü çalar.” demiş.
Çalışan nüfusumuzun çoğunun asgari ücretli olduğunu düşündüğümüzde halkın talebi düdük istemekten ibaret kalacaktır. Karşılığında o düdük hiçbir zaman elinde olmayacaktır. Söz vermek Türkiye siyasetinde çok ama çok kolaydır. Hali hazırda buna sorgusuz sualsiz inanacak hazır bir kesim vardır. Ayrıca düdük hayali kurmanın nesi kötü değil mi? Şimdilik naçizane tavsiyem garip guruba şükredip ağzıyla ıslak çalmakla yetinsin.
MESUT
AKÇA
0 Yorumlar