İlk defa bir öğretmenimiz, köle miyiz arkadaşlar, diyerek öğretmenler odasına girdi. Saat kabaca sabahın körü dediğimiz saat. Göz gözü görmüyor tabiî ki. Ay hala gökyüzünde kalmakta kararlı. Yıldızların canına minnet.  Güneş tembellik peşinde zaten çıkmaya niyeti yok. Hava buz gibi. Çocuklar hortlak misali yarı uykulu okula giriyor.  

Burnundan soluyordu. Kimseden ses çıkmaması bir nevi köleliğin onaylandığına işaretti. 

Her zamanki gibi elimle işaret edip yanıma çağırdım. Sendikaların duyuru panoların altına oturdu. Başımı kaldırıp sloganlara göz gezdirdim. O an “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminin muhteşem repliği gözümün önünden akıp geçti. “Sevgi neydi, sevgi emekti.” Sendika neydi, sendika emekti. Sendikacılık neydi, emek mücadelesiydi. Neye ve kime karşı. Kim İlyas’tı. Kim Cemşit.

Sahi, sevgi neydi? Sevgi sahip çıkan dost, sıcak insan eli, insan emeğiydi.

Sahi, emek neydi? Alın teri neydi, hak, hukuk, adalet neydi. Neyin nesiydi.

Peki, öğretmen kimdi, neydi, bunların neresindeydi. Nasıl yetiştirecekti çocukları? İlyas mı, Cemşit mi?

Kim ne kadar sahip çıktı veya sahip çıkıyor. Ciddi ve samimi görünüyor.  Bunu anlamak için garip Asya mı olmak gerekiyor.  Asya okumamıştı, cahildi, bilmiyordu.  Yanlış kararlar almıştı, alabiliyordu. Ya öğretmenler yanlış yapabilir mi? Yanlış kararlar alabilir mi? Yanlış yerde durabilir mi?

Yerimden kalkıp ona bir çay doldurdum. Sakin olmasını istercesine gülümsedim.  Bakışlarındaki sertlik, öfkeyle birleşince ses tonunda isyan narasına dönüşmüştü.

Öğretmenler odası kalabalık bugün. Üçer beşer kişilik sohbet ortamları oluşturulmuş. Bir grup dolar ve euroyu eline almış evirip çevirirken, diğer grupta arabaya alamadığı benzinin, mazotun ve LPG’ye gelen ve gelecek zamların hesabını yapıyor. Yeni evlenecek çiftler karaları bağlamış zaten ağızlarını bıçak açmıyor. Bir diğeri haline şükredip dualara sığınıyor. Kapının solundakiler 3600 ek göstergenin akıbetini sorup emeklilik hayalleri kuruyor. Kapının sağındakiler ek iş arayışlarındaki geldiği noktayı anlatıyor. Eğitimi nasıl olsa bizim dışımızdakiler yani büsbüyüklerimiz konuşup uyguluyorlar zaten. O yüzden pek kafa yorduğumuz söylenemez(!).  

Arkadaşımın öfkesini yatıştırmak için herkesin duyacağı şekilde seslendim.

Bir ülke varmış arkadaşlar, deyince tüm dikkatler bana yöneldi. Bu ülkede salgın bir hastalık yayılmış. Lakin sadece öğretmen olanlara musallat oluyormuş. Buna da İsviçreli bilim insanları(!) “Unutkan Öğretmen Sendromu” adını koymuşlar. Eli omzumda Erhan öğretmenim, sesli dillendirerek: “Unutkan Öğretmen Sendromu mu?” diye tekrarladı.

Gülerek evet arkadaşım,  dedim. Bu ülkedeki öğretmenler kim olduğunu unutmuş. Amaçlarını, hedeflerini unutmuş. İlkelerini unutmuş.  Niteliğini unutmuş. En önemlisi de öğretmen olduğunu unutmuş.  

Mustafa öğretmen durur mu? Orada “Öğretmenler Günü” yok muymuş, deyince öğretmenler odasını bir gülme aldı. Kiminin kahkahası koridora kadar uzandı. Hatırlıyorum böyle bir ülke, dedi acı acı gülümseyen Elif öğretmen.

Aklıma Hegel geldi ve meşhur diyalektiği. Saatimi yoklayıp devam ettim. Hegel, Efendi-Köle diyalektiğinde; efendi ile köle savaşa girmiş. Sonunda Efendi savaştan çekilmeyerek köle üzerinde büyük bir üstünlük elde etmiş. Köle ise hayatta kalma korkusuyla geri adım atmış ve efendisinin üstünlüğünü kabul etmiştir. Ben efendiyim diyen bilinç kendi kendinin farkına varmıştır. Ben köleyim diye ısrar eden bilinç de bu durumu kabullenmiştir.

Efendiler, köleler üzerinde etkili olabilecek özgür olma, düşünebilme, sorgulayabilme ve bu bilincini oluşturabilecek her şeyin önüne geçmelidir.  Bir adım önde olmak için kutsal değerleri kullanabilmekte ayrıca da yeni değerler sistemi inşa edebilmektedir.

Ben öğretmenim derken neyi, neleri unuttuk acaba. Bizi engelleyen şeyler neler ve bunları önümüze kim veya kimler koydu. Ne hale geldik derseniz efendi köle diyalektiği bize yol göstermeye devam edecektir.

Bu diyalektikte Efendi Köle’yi yok etmez. Çünkü Efendi, efendi kalabilmek için Köle’nin bağımlı olarak var olmasına borçludur. Günümüzde bunun yolu ve yöntemi değişmiştir. Kölenin köle olmadığını unutması önemlidir. Tıpkı öğretmenin okuyan, bilen, araştıran, sorgulayan, mücadele eden, cesur olduğunu unutması gibi.

Peki, kim için; tabii ki günümüzün efendileri için. Kim mi bunlar? Edebiyattaki Tecâhül-i ârif sanatı vardı. İlgililer bilir yine de söyleyelim. Bilip de bilmezlikten gelme. Bunu çok iyi ve yerinde kullanan müthiş bir öğretmen kitlemiz olduğunu düşünüyorum.

Günümüzde esir; esir olduğunu bilmiyor. Etrafının dört duvar olması gerektiğini sanıyor. Artık esir almak için zincire gerek yok. Biz öğretmenler ne yapıyoruz. Hangi seçenekle hareket ediyoruz. İnsanın düşüncelerine vurulan tüm zincirleri kırıyor muyuz? Elimizdeki çocukları köle mi yoksa özgür mü yetiştiriyoruz. Başka seçeneklerimiz var mı? Yoksa önümüze konulmuş seçenekleri mi sunuyoruz. Efendiye mi, halka mı, İlahlara mı hizmet ediyoruz.  Özgür düşüncenin içinde esaret mi saklıyoruz.

Zihinlerimizi esir vermişiz dedi Mustafa. Ardından kısa bir alkış koptu. Biz de başka zihinleri esir alarak bize yapılanı yapıyoruz diye söylendi Ferhat.  Bu defa alkış daha uzun sürdü tabii.

Dönüşüm gelişim için olurken biz öğretmenlerde tersine olmakta. Hem de hızla. Kişisel gelişim noktasında prensip geliştirmeyip sorunlar karşısında son derece korkak, pısırık, çözümden uzak, verileni koşulsuz yapan, sorgulamayan bir meslek grubu haline dönüştü.

Neyi unutmadık ki. Eğitim ve eğitimciye dair neredeyse her şeyi. Aklımızı, fikrimizi kiraya vermiş gibi bir tavır sergilemiyor muyuz?  Yoksa yoksa Alzheimer mi oluyor öğretmenler? Korkuyorum, korkuyoruz.

Zil çaldı. Nöbetçi öğretmen kapıda. Kafalar karışık. Çaylar soğudu. Boynumuz bükük, yüzümüz yerde. Ve bir bir uzaklaşıyoruz öğretmenlikten ve odadan.