Eski ben
için gelenlerle, yeni beni tanıyanlar aynı yerde toplanıyor. Herkes kendi
tanıdığı için gelmiştir. Şöyle biriydi böyle biriydi derken eski ve yeni
halimin insanlarda bıraktığı izlenimle çıkacağım musalla taşına. Uzanırken orada
kulağıma yankılanacak sesler. İyi
bilirdik…
Gerçekten
de öyle miydi? Diğer ölenlerin de mi iyiydi, tıpkı bana dedikleri gibi. Aralarında
kişisel ve toplumsal değerlerden yoksun ahlaki ayarı son derece düşük olanlar
da yok muydu? Bilerek ve isteyerek mi iyi yapıp yolluyoruz diğer tarafa. Yoksa olan olmuş zaten, biz iyi desek de demesek de anlamı yok, havasında mı hareket ediyoruz.
Yan yana
duruyoruz yine. Tüm tanıdıklar, ahbaplar birbirimizin gözlerinin içine baka
baka gülümsüyoruz ve yüzümüzde aynı mimikler. Ben de buradayım. Aynı şeyi üç
defa tekrar edip pekiştiriyoruz. “İyi
bilirdik.” Hoca inanmıyor demek ki, “Bak
emin misiniz? Nasıl bilirdiniz?” ısrarına rağmen cevap, her seferinde aynı
çıkıyor. “İyi bilirdik de iyi bilirdik.”
Neydi bu
işin gizemi nasıl bir düşünce dünyasının içerisinde yaşıyoruz. Nasıl oluyor da
gerçekle yalanın, riya ile samimiyetin bu kadar yan yana ve iç içe geçebildiğini
görüyoruz. Hangi sihirbaz siyah ve beyazdan gri bir dünya yaratmış. İnsanların kendi
hayatında yaşadıkları, gördükleri edindiği tecrübeler kendine kalmıştır. Rahmet
ettiğiniz rahmetlinin zihninde yeni sayfalar açtığına, yeni fikirlerle
donandığına inanmayız. O hep benim bildiğim ve tanıdığım o’dur. Değişmiş olmak
bizim gibi toplumlarda her zaman yadırganmıştır.
Yaşlılık ve
ardından ölüm insanın değişim ve dönüşüm süreci bedensel olarak tamamlandığı
zamandır. Bu dönüşüm daha kabul edilebilir düzeydeyken zihinsel dönüşüm hele de
kendi anlayışından uzaklaşmışsa olumsuz anlamda yorumlanmaktadır. Anlık, şok düzeyinde
değişimler ise akli dengesini yitirmekle aynı kategoride algılanmaktadır. Yanında
da güvensizlik yaratan bir kişilik bozukluğuna kadar ileri boyutlarda
görülmektedir.
İçimizdeki
sesle dışımızdaki sesi bir türlü uzlaştıramamış olmanın sorumlusu kim. Ben
miyim yoksa yaşamın getirdiği, uymakta zorunlu olduğunu düşündüğün sanal
zincirlerimiz mi? Hangi sesimiz biziz aslında. Dışarıya aktardığımız bizi
duyanların duyduklarıyla tanıdığı ben mi benim yoksa. Peki; en yakınımızdan
başlamak üzere olaylar, kişiler ve kurumlar hakkında içimde haykırıp da söyleyemediklerim
mi, benim? Hepimizin hayatı bir kitap değil midir? Kitabın başlığı kendi
adımızı taşıyor. Kiminin hacmi on sayfadan ibaretken kiminin ki binlerce
sayfaya karşılık gelmektedir. İçinde neler var yok en çok da kendimiz biliriz. İçimiz
ne oranda oraya yansımıştır. Aslolan yazdıklarımız mı yazmadıklarımız mı? Kendi
kitabımızı içimize yazıyoruz çoğu zaman yazıya dökmeden. Hem de unutulacağını
bile bile.
Korkuyoruz
hem de çok korkuyoruz. Kaybetmekten korkuyoruz sahip olduklarımızı. Gözümüzde
büyüterek yaşıyoruz kırıntıları. Mevcut devlet ve toplum düzeni bunun yanında
da ananelerimiz, kutsal inançlarımız artı şahsi alışkanlıklarımız bağlamında
dayattığımız, adına da aile düzeni de dediğimiz uygulamalar çerçevesinde hayatı
anlama ve yorumlama çabası içerisine giriyoruz. Böylece korkularımız katlanarak
artıyor. Kaybetme güdüsü korku sarmalına dönüşerek yasakları beraberinde de
şiddeti getirmektedir.
Normal olan
neydi hayatta; insanlık için, doğamız için, yaşamak için nasıl düşünüp nasıl
yaşamalıyız. Kimi bilinç dünyası bu durumu ölesiye savunmakla harcarken bunun
karşısında sorgu ve değerlendirmeye çok da açık olmayan yaşam biçimleri
doğru-yanlış, iyi-kötü, sevap-günah ikilemleri arasına sıkışmış bir perspektiften
bakmakla yetiniyor gibi.
Kim kime
uymalı. Hayatın bir gizemi mevcut. Bin yıllardır insanlar bunu anlamaya çalıştı.
Yollar yöntemler denedi. Fikirler üretti. Kimi doğrular ve nesnel gerçekler
karşısında dahi canından oldu. Hala ne, nedir, niçin, neden, ne zamandan beri,
tüm bunların karşılığı bulunabildi mi? Ve Tanrı mefhumunun gizemi zirvedeki
yerini koruyor. Kim açacak bu gizemin kilidini. Ne çıkacak içerisinden meçhul.
Kaç bin yıldır çırpınıyor insanlık. Mevcut düzenin sahibi olarak görünmeyen bir
güç tarafından yönetilme anlayışının benimsenmesi kendi öz varlığımızın, iç
dünyamızın gerçeğini ortaya çıkarmamıza engel teşkil ettiği açık değil mi?
Mevcut düzenlerin
yarattığı korku ve baskı iklimi gücün şiddetle birleşmesiyle kurulu düzene
aykırılık teşkil eden ve edebilmesi muhtemel her türlü fikir, anlayış ve ideoloji düzen sahibin biatçıları tarafından öcü olarak görülüp düzenin yasal unsurlarıyla
birlikte hareket ederek bastırılması sağlanmaktadır. Öcü kavramının içi
doldurulması noktasında da nice yardımcı sözcüğe ihtiyaç duyulmaktadır. Düzen,
basın ve yayın organlarının da yardımıyla; vatan hainliği, bölücülük, ajanlık,
teröristlik gibi nice kavramlarla durumu daha da sıra dışı hale getirip mevcut
düzenin yaptıklarının haklılığını ortaya dökme yolunu seçmektedir.
Normalleşmenin
adımı nasıl atılacaktır. Anormal olan şiddet kullanma yöntemi ister devlet elinden isterse şahsi uygulamalarla nasıl oldu da
çözümün bir parçası haline geldi. Savaşlar sorunların çözümünde akılcı bir
yöntem olabildi. Haklı, akılcı ve barışçı olmak yerine güçlü olmak için
çalışmaya ve silahlanmaya ağırlık verildi. Normal olan nasıl da kaybetti
anormalle savaşını.
Önce
doğrunun havasını, suyunu, taşını, toprağını yerle yeksan ettik. Bunlar olurken
sesimizi soluğumuzu kesip izlemekle yetindik. Sonra normal olanı, olması
gerekeni beklemedik büyüklerimizden. Özümüzdeki, kişiliğimizdeki en büyük
handikabı bu oluşturmuyor mu? Geldiğimiz son nokta olan musalla taşında, hala
bildiğimizi okumaya devam edecek miyiz?
MESUT AKÇA
0 Yorumlar