Okumak, öğrenme isteğimizin adımlarından biridir. Bana göre de en önemlisidir. Kimisi bu adımları atmaya devam ederken kimisi erken yorulup yürümeyi bırakacaktır.  Bu yolda yürümeye başlamayan nice yetişkinin olduğunu düşünürsek geldiğimiz noktayı, yaşadığımız hayatı çok da anormal karşılamamak gerekir.

Merkeze neyi koyarsak her şey onun etrafında dönecektir. Yaşam tarzımızın şekillenmesinde de bu etkilidir.  Nasıl bir hayat bekliyorsunuz sorusunu kendimize sorduğumuzda alacağımız yanıt yine merkeze neyi koyduğumuz alakalı olduğunu göreceğiz. Yaşama dair olumlu olumsuz, iyi kötü, doğru yanlış ne varsa beklentilerimiz doğrultusunda değerlendireceğimiz açıktır.

İnsan aklı, toplum aklı ve devlet aklı üçleminde merkeze koymamız gereken ortak nesne, huzur ve güven ortamında uzun yıllar sürecek, herkesi mutlu edecek bir değer olduğudur. (Para, din, gelenek, ideoloji, sanat... ) Peki bunu "okumak" sağlayabilir mi? Kimsenin itiraz etmediği, hatta alkışlayarak kabul ettiği en fazla bütçeyi ayırdığı bu ifadenin uygulamalardaki karşılığı samimi mi?  

Eğitim politikası bir ülkenin gelişim sürecinin hızlı veya yavaş olmasında; kısa, orta ve uzun vadeli gelecek planlamasında etkilidir. Evrensel boyutlarda yapılan gözlem ve değerlendirmeler neticesinde her birey içinde yaşadığı toplumun okuma alışkanlığı hakkında bir fikre sahiptir. 

Objektif olma adına dünya üzerinde çoğu ülke gibi Türkiye’nin de durumu pek iç açıcı değildir. Okumak demek devamlılık arz eden bir kültürlenme faaliyetidir. Oldubittiye getirilemeyecek bir boyutu vardır. İnsanoğlunun yaşı kaç olursa olsun mutlaka bilmediği ve öğrenebileceği bir şeyler vardır. Dünya üzerinde ne kadar birey varsa o kadar farklı hayal ve fikir dünyası vardır. Bizler bunları paylaşabilenler sayesinde ilerleyip gelişebiliyoruz. 

Okumak, yaşamak ve gelişmek arasındaki örüntü doğru orantılı olmalıdır. Bu denge gelişmiş toplumlarda böyleyken geri kalmış toplumlarda ise tersi yönde olması şaşırtıcıdır. Bir ülkede üniversite sayısının artması demek; nitelikli, çağdaş bir topluma daha kısa sürede ulaşma hedefinin olduğu anlamına gelmektedir.  Buna rağmen ilerlemeden ziyade gerilemenin olması yürütülen eğitim anlayışının nitelikten ziyade niceliğe önem verildiğinin temel göstergesidir.

Kimi toplumlarda okumuş olmakla, üniversiteyi bitirmek arasında ciddi bir bağ kurulmaktadır. Bu bağ sayesinde, bireyin yüksek öğretimi bitirmesinin kişiliğinin oluşmasında ileri düzeyde bir kazanım sağlandığı kabul edilmektedir. 

Toplum genellikle kendi eğitim seviyesini göz önüne alarak üniversiteyi bitiren bireylere artı değer yüklemektedir. Ülkemizdeki algı da benzer boyuttadır. Bu kesimlerce bireyin mezun olmasıyla artık okumanın ve öğrenmenin de bittiği, bundan sonraki faaliyetin bu öğrendikleriyle kalan ömrünü tamamlaması gerektiğidir. İşin üzücü yanı ise mezun olan kişinin de bu şekilde düşünerek hayatına devam etmesidir. Yaşadığımız çevrede samimi bir gözlem yaptığımızda bu durumu net olarak görebileceğimiz açıktır.

Türkiye toplumunda da olduğu gibi üniversite diploması, bir alanda uzmanlaşmanın ilk adımı olarak görülmemektedir. Kişi uzmanlık eğitiminin yanında kültürel alanda da kendini tamamlamış olarak kabul görmektedir.  Olması gereken ise mezuniyetin bir uzmanlıkta başlangıç olduğunun, bunun yanında modern anlamda, yeni bir yaşam tarzının da hayata geçirildiğinin ön görülmesidir.

Okumak demek, insan gelişimi üzerinde sadece mesleki anlamıyla sınırlanmamalıdır. Bireyi entelektüel bir donanıma da büründürmek zorundadır. Klasik anlamda geleneksel tutum, davranış ve alışkanlıkları devam ettirmek, bunları vazgeçilmez bir değer olarak görmek, bilimsel temellerden uzak şekilde biat etmek elde edilen diplomanın sosyal ve kültürel gelişim alanını kapsamadığının en belirgin göstergesi olmaktadır.

Eğitim öğretim sürecinin temel odağı bireyde istendik davranışların gelişmesini sağlamaktır. İşte burada sorgulanması gereken de eğitimcilerin ve devleti yönetenlerin ne istediğidir.  Çünkü ne istediğini bilmek, ona göre adım atmayı gerektirmektedir. Bu aynı zamanda istenilen asıl hedeflerin belirlenmesinde, pozitif bilimlerin dışında, neye ve kime hizmet etmesi gerektiğinin de belirlenmesi demektir.

Bireylerin iyi bir doktor, iyi bir mühendis, iyi bir çiftçi olmasının yanında neye hizmet etmesi gerektiğinin haritası da üniversitelerde çizilmektedir.  Gelişmemiş yüksek öğretim kurumlarında yarım yamalak yetiştirilen uzmanların sosyal ve ideolojik anlamda da kendi kararlarını verebilecek düzeyde yetişmesinin önü de kapatılmaktadır.

Yüksek öğretim ile geri kalmak kelmesinin yanyana kullanılmasının dahi üzücü olduğu durumlar yaygındır. Bu kurumlarda çeşitli adlar altında örgütlenen yapılar, kendi gibi düşünen uzmanlar yetişmesi uğruna çaba sarf etmektedir. Mesleki etik anlayışının yaygın olmadığı, bunun da kimsenin umursamadığı toplum ve yönetimlerde, liyakat her zaman göz ardı edilmeye devam edecektir. Böylece örgüt adına mezun bireyin kendilerinden olması, her konuda ilerlemesi veya yönetici olması için yeterli olmaktadır.

Ülkemizde çoğu üniversite; öğrencilerine  uzmanlık yetisi, bununla birlikte entelektüel bir yaşam ve düşünme perspektifi kazandırmaktan uzaktır. Oysa mezuniyetin gereği olan temel yapı taşları vardır. Okuma alışkanlığı, çevre duyarlılığı, iletişim biçimi, genel kültür, modern yaşam, demokratik tutum, insan ilişkileri, öfke kontrolü ve olmazsa olmaz sanat.  Okumuş bireyler sosyal hayat içerisinde olan nice konuda örnek olmak zorundadır.  

Üniversiteler bu manada eğitim öğretim düzeyinin bilimsel boyutta en iyisinin araştırıldığı, en iyisinin uygulandığı, en iyisinin yetiştirildiği kurumların başında yer almalıdır. Bütün bunlar göz önüne alındığında yükseköğretime yüklenen misyon bunun gereğini yansıtılması açısından oldukça önemlidir. 

Çözüm üretmesi beklenen yerler problem üretiyorsa amiyane tabirle o ülkeden bir cacık olmaz.  Yanında gelen pilavın da dibi tutmuştur. Temel sıkıntı buradan kaynaklandığı sürece  gelişimin alt eğitim kurumlarına olumsuz yönde sirayet etmesi de kaçınılmazdır.

Öz eleştiri bağlamında kendimizle yüzleşebildiğimiz ölçüde gelişebileceğimiz açıktır. Çoğumuz aslında yarı okumuşuz,  bu okuduğumuzun da yarısını anlamışız. Anladığımızın yarısını da işimize gelmediği için kulak ardı etmişiz. Kalan yarısıyla da çoluk çocuğa öğütler verip çok şey bildiğimiz sanıp  kendimizi kandırmışız. Varlığımız okuduklarımızla değil nasıl yaşadığımızla ölçülür.

Bilmek, öğrenmek yaşamak değil midir? Okuduğumuzu içselleştiremedikten ve yaşam tarzı haline getiremedikten sonra ne anlamı kalıyor ki okumanın. Biliyor muyuz gerçekten yoksa bildiğimizi mi sanıyoruz?  Yoksa kurgu olduğunu bildiğimiz ama izlemekten de geri durmadığımız güzel bir filmi mi yaşıyoruz?

MESUT AKÇA