Duygularımızın en güçlü yankılandığı alanlardan biri değil midir sanat ve edebiyat? Bazen onların bir parçası oluruz, bazen de izleyici. O sahnede güleriz, ağlarız, içimizdeki sesi haykırırız. Coşkun ruhlarımızı orada görüp özgürlüğün tadını hissederiz. Ne kadar derinden etkilenirsek, o kadar sıkı sarılırız sanata. Yeni tatlar ve duygular aramak için onun peşine düşeriz; çünkü gerçek benliğimizi o alanda duyarız. Farklı tonlarla farklı kimliklere büründüğümü fark eder ve yeniden sahneye çıkarız. Kendimizle yüzleşmek, tıpkı bir aynaya bakmak gibidir; bazen güleriz, bazen düşünürüz ve tüm bunların içinde geeklerimizelüp geçeriz.

Sanat, söylediğimiz ya da göremediğimiz birçok gerçeği bizim için yüzeye çıkarır. Korkulan ya da gizlenen fikirleri onun ışığında cesurca dile getirme şansı buluruz. İç dünyamızın doğrularını ve hakikatini sanatın gölgesinde ifade ederiz. Böylece kendimizi keşfetmenin mutluluğuyla başımızı daha dik tutmayı öğreniriz. Zaman zaman duygularımız manğımızı köşeye sıkıştırır ve bu hal bize tarifsiz bir keyif verir. İşte o an hayatın kendisini alkışlamaya başlarız; maskelerimize, saklandığımız kilitlere gerek kalmadan, ak bir zihinle öz benliğimizi ön plana çıkarırız.

Hayatlarımız genellikle dışarıdaki insanların beklentilerine göre şekillenmiştir. Kalbimizin değil, sözlerimizin sınırları kadar konuşmaya izin verilmiştir sanki. Ama iyi ki sanat ve edebiyat var! rtlarında hayallerimizi taşıyor, bizi travmalarımızdan ve yalnızlığımızdan çekip çıkarıyorlar. O yüzden daha da sıkı sarılıyoruz onlara, tutkuya dönüşen bu bağ giderek bir bağımlılığa eviriliyor.

Aklımızdan geçen her şey bir şiirde, romanda ya da hikâyede hayat bulur; sinemada, dizilerde, sahnelerde ve sergilerde yankılanır. O eserlerde iç sesimizi duymayı bekleriz; korkusuzca sever, dokunur, okşarız onları. Ama gerektiğinde eleştirmekten ve hataları işaret etmekten de çekinmeyiz. "Bu olm," deriz özümüzü bulduğumuzda, ya da "Olmamış," deyip mantığımızın devreye girdiği noktala sorgularız. İşte bu süreçte sanan ve edebiyatın büyüsünü herkes kendi farklığıyla anlamalır ki çeşitlilik dallanıp budaklansın. Zihinlerde hayret uyandıran sanat, renklerin ahengine dönüşür; farklılıkların oluşturduğu uyumun insanlığı aydınlatabileceğine inanırız. O zaman hep birlikte alkışlamanın eşsiz tadını damaklarımızda hissederiz.

Sanatçılar sanata, edebiyatçılar edebiyata âşık olur ve bu bağ bir ömür sürer. Her şey –doğrular, fikirler, aşklar, hüznün kendisi dahi– onların eserlerinin içinde yeniden hayat bulur. Sanat ve edebiyat, özümüzden yola çıkıp zihnimizi tamamen sarar; bu yolculuk, boyun eğmemeyi öğrenmenin en etkili rehberi haline gelir.

Yüzlmekten kaçındığımız ne varsa sanan limanına sığınırız. Edebiyat, bizi kaçışımızda destekleyen bir can simidine dönüşürken, romanlarda ya da senaryolarda kendi hikâyemizi bulma umut ederiz. Okuduğumuz her satırda, izlediğimiz her sahnede kendi sonumuzu merak eder gibi ilerleriz. Yazarların oltalarına düşmeyi ve bizi kendi içimize çekmelerini isteriz. O saniyeden itibaren hissettiğimiz her şey ete kemiğe bürünür gibidir; o haz hiçbir şeye benzemez.

Tavsiye ettiğimiz eserlerde, aslında kendi ruhumuzun izlerini taşırız. Kalbimiz ateşle kavrulup yanarken, bazen su yerine sanata sığınırız. Hayatta dökemediğimiz gözyaşlarını, yazarın kelimelerinde bulur ve o satırlarda bazen sessizce bazen de hıçkıra hıçkıra ağlarız.


MESUT AKÇA