Her ne kadar yaşımız kemale erse de çocukluğumuza dair izler taşırız. Buna kimi zaman huy, kimi zaman alışkanlık deyip geçiyoruz. Özellikle alışkanlıklarımız ısrarla, kimi zaman da farkında olmadan bizimle devam eder.  Bunda çocukken oynadığımız oyunların etkisi gözardı edilmeyecek boyuttadır. 

Şöyle bir geçmişe döndüğümüzde mahalle arkadaşlarımız gözümüzün önünde canlanıverir. Günümüz çocuklarından oldukça farklı olduğumuzu ve eğlendiğimizi özellikle otuz yaş ve üzeri çok iyi bilir. Kızmalar, küsmeler, kavgalar, küfürler bir anda olup biterdi. Belki de ailemizden bağımsız sokaklarda vakit geçirebildiği nadir dönemlerden geçmiş, şanslı bir nesil olduğumuz söylenebilir. 

İşte o dönemden kalan alışkanlıklarımızın başında da üstlendiğimiz roller ve meslekler vardı: annecilik; ardından babacılık, öğretmencilik,  doktorculuk, askercilik, polisçilik vs. Yaptığımız her ne ise -cılık, -çılık ekleyerek bir meslek yaratmayı beceriyorduk. Neye imrendiysek onu model alıp oynamanın hazzıyla yatağımıza giriyorduk. Okumaktaki hedefimizi belirleyen de genellikle bu oluyordu. 

Çocuk masumiyetinden sıyrılıp başta kendimizden başlayarak herkesi kandırdığımız bir yapıya maalesef geçiş yaptık. Eski biz, biz olmaktan çıktık. Oyunlarımızı başka türlü oynamaya evirdik. İçinden saflığı çıkardık, inancımızı sattık, paylaşmayı alıp riyayı getirdik. Bencillik karakterimiz oldu. Güçten, güçlüden taraf olduk haksız olsalar da. Günü kurtarmanın hatrına, sessimizi soluğumuzu kıstık. Yetmedi sahte gülücüklerle sağa sola sırıtıp durduk. 

Misal öğretmenlerimizden ne kadarı öğretmenlik yapıyor; ne kadarı öğretmencilik. Eğriyi, doğruyu, iyiyi, güzeli öğretmeye çalışıp da yaşamayan ne kadar? Ne kadarı, olması gereken insani, bilimsel, evrensel değerler bütününden, adil ve adalet anlayışından uzak! Yine ne kadarı; etik bir duruşu olmadan, korku ikliminin gölgesinde kalarak; sorgusuz sualsiz, mantık dışı çoğu uygulama karşısında, suskun, sönük, ilkesiz ve iradesiz yaşıyor. Tüm sorumluluğunu dersini anlatmakla sınırlayıp günü kurtarmanın derdinde düşmek öğretmenlikten ziyade öğretmencilik değil midir?

Yine çocukluğumuzun en gözde mesleği değil midir "polis ve asker olmak"? Hak, hukuk ve adaletin yegane savunucuları, hayallerimizin gözbebekleri. Onların kahramanlık destanlarının anlatıldığı filmlerle büyümedik mi? Her birimiz oyunlarımızda zalime, hırsıza, arsıza, vurguncuya, talancıya, mafyaya karşı mücadele etmedik mi?  O günlerden ne kaldı geriye? O ideallerin yerini neler doldurdu. Kimin eli kimin cebinde belli olmayan bir düzenin sorgulanmayan talimatların oyuncağıyla oynanmıyor mu? Belimize taktığımız silahla tüm dünyaya meydan okuyabiliyoruz artık. Kanunları ve adalet sistemini, amirimizin de emirleriyle namlunun ucunda taşımıyor muyuz? Düşman yaratma oyununda baş rolleri paylaşıyor gibiyiz. Şiddetsiz bir güvenlik anlayışını, bırakın yaşamayı hayalini dahi kurmaktan uzak değil miyiz? Sınır komşularımızla  savaş  oyunları oynamaya devam ediyoruz. 

Gazetecilerimiz de aslan parçası. Okul yıllarında sınıfça gazete ve dergi çıkarma adına cesur gazeteci tavrıyla adımlar atardık. Çoğu arkadaşımız ropörtajlarla mesleğin gereğini çok iyi oynuyordu. Şimdi büyüdüler. Öğrenilmiş çaresizlik denildiğinde akla ilk onlar geliyor artık. Oyunu abartıp ellerine tutuşturulmuş sorularla hazır metinlerle papağanlık yapıyorlar. Araştırmak, sorgulamak, ortaya çıkarmaktan ziyade; beslendiği kaynağı yüceltmek derdindeler. Oysa büyümek sorumluluk almaktır aynı zamanda. İradeni ortaya koyabilmektir. Kendi ışığında aydınlanma çabasıdır. Kimseye muhtaç olmadan ayakların üzerinde durabilmek değil midir? 

Ya kelli felli kimi proflara ne demeli!.. Toplumu kandırmak, uyutmak derdine düşmüş. Bir kısmı için aşırı yeteneksiz diyebiliriz. Yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar. O rolün ciddiyetinin farkında olmadan her türlü işgüzarlık, yandaşlık, bilim ve ahlak dışı ne varsa; hem de üniversitelerin içinde yapabiliyorlar. Ve de herkesin gözünün içine baka baka!  O, adrese teslim akademisyen ilanları işin görünen yüzü. İşin üzücü tarafı kimsenin bunların farkında olmadığını düşünecek kadar saf olmaları.  Kimileri bununla da yetinmeyip televizyonlara çıkıyor. İşte onları takdir etmeden geçemeyeceğiz. Alkole, uyuşturucuya gerek olmadan toplumu uyutmaya çabası alkışlanacak bir cesarettir. Bu çarkın işleyişinde toplumu maneviyatla doyurmak karşılığında maddi kazançları gerçekten azımsanmayacak boyutlardadır.  

Hukuk sistemimiz üzerine düşeni yapıyor. Hâkimlerimiz, savcılarımız en az diğerleri kadar iyi rol kestiklerini gösterme yarışında değiller mi? İddianameler, soruşturmalar kararlar, uygulamalar bir dizi senaryosundan ne kadar farklı acaba. Belki de gizli senaristler onlardır. El altından hayal gücü satıyor olabilirler. Özel sektörün dinamiklerini de yabana atmayalım. Müteahhitçilikte de fena sayılmayız hani. Yılmaz Erdoğan’ın repliğindeki “ihaleci” tayfası. Büyük ve güçlü olanlar cebren ve hile ile gerekirse dernek ve vakıflara hatırı sayılır bağışlarla ihale almıyorlar mı? İhale mevzuatında yapılan değişikliklerin hızına kim yetişebilmiş ki… Çocukken yapboz yaptığımız kumdan, çamurdan evleri büyüyünce de yapıyoruz. Fay hatlarımız kimin umurunda. Allah’ın işine karışmak kimsenin haddine değil, der geçeriz. Oysa kaderin oyunları da en az bizim çocuk oyunları kadar masum değil midir? Kaderi kim denetleyip de ceza verebilmiş ki…

Siyasetçilerimiz “Oskarlık” zaten. Kimse onların eline su dökemez. Tüm meslek erbabının gözü kulağı onların üzerindedir. Tüm kulvarlarda tek geçeceğimiz potansiyel onlarda vardır. Çocukluktan kalma her an yeni oyunlar kurma becerilerinde hiçbir eksilme yoktur. Bu travmatik tutumun etkisi onların aracılığıyla ve aldıkları kararlarla toplum üzerinde hala çok etkilidir. 

Gel gelelim bu oyun alışkanlığımız içimize öyle bir işlemiş ki her ne kadar yaşımız büyüse veya bir alanda uzmanlaştığımızı düşünsek de oyun sevdamızdan vazgeçmedik. Bir işe el attığımızda o işin ehliymiş gibi yapma alışkanlığı üzerimize zamkla yapışmıştır. Mesleğin yasal boyutlarını tamamlanmakla birlikte; oyunu sürdürme eğilimi yerini somut gerçekliğe bırakması gerekir. Bu aşamadan sonra büyüdüğümüz gerçeğini kabullenmek gerekmez mi? Ne zaman ki  profesyonelliği yaptığımız işin merkezine koyduk; işte o zaman gerçek dünyaya merhaba demiş olacağız.  

Geri kalmış veya yıllarca gelişmekte olan avuntusuyla oyalanmış toplumlarda, bu rolleri en iyi oynayabilecekler mülakatlarla belirlenip maaşla ödüllendirilmektedir. Onlar da işlerinin gereğini oynamaktan geri kalmıyorlar. Hele de devlet kurumlarında bu durum abartılarak sürdürülmektedir. Tüm kurumlarımız tiyatro sahnesini andırıyor. Üstat Aziz Nesin’in bu kurumların işleyişinden elde ettiği malzemelerle kaç kitap çıkardığını sayabilecek var mı? Her biri komedi filmi tadında değil midir? 

Çocukluktan kalma bir diğer alışkanlık ise  sofraya ne konulursa yenmesi. Hem de saldırasıya. Şimdiki çocuklar gibi seçeneklerimiz ve tavır alma şansımız yoktu. Onun etkisiyle olacak önümüze ne koyarlarsa yemeye devam ediyoruz. Haberler, sabah programları, dedikodular, diziler, çakma aşçılar, milli ve manevi temalı yayınları “Güldür Güldür” tadında izleyip oyalanıyoruz. Bu gidişle iktidarımız da muhalefetimizle beraber “Çok Güzel Hareketler” yapmaya devam edeceğe benziyor.