FASIL-4
Yaşam içerisinde başımıza ne gelmişse çoğu şeyi bildiğimizi zannetmekten gelmiştir. İpin ucunu yakaladığımızda gerisinin geleceğine inanmakla kalmamışız, tüm hayatımızı o ip uğruna harcamayı dahi göze almışız. Bilmenin yanı sıra tanımakta da üstün bir vasfımızın olduğunu düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
Sesi gür, inançlı, paralı, güçlü birilerini tanıdık mı; bedenimizle, ruhumuzla ve aklımızla teslim oluyoruz. Kul olma yolunda, sanal tasmayla dolaşmanın kutsiyetiyle hareket edenlerin hiç de azımsanmayacak sayıda olduğunu görmek gerekiyor. Bu teslim olma, biat etme tıyneti neticesinde çocuklarımıza mutlu bir geleceğin özlemini aşılayamıyoruz. Peki biz kimiz? Aynaya baktığımızda ne görüyoruz? Kendi hayatımızı mı yoksa başkalarının bizim için kurduğu, düşündüğü hayatı ve hayalleri yaşamaktan mı ibaretiz?
İngiliz yazar Thomas Stearns Eliot
dediği gibi: "Bazıları
ışığın, bazıları gölgenin peşine düştü. Seçmiş olduğunuz ve karar verdiğiniz şeylerin bedelini siz
ödersiniz; size akıl verenler değil."
Hayatımızın önemli bir kısmını düşünmekle, akabinde çeşitli değerlendirmeler yaparak geçiriyoruz. Bizler gurur duyduğumuz(!) bu yeteneğimiz sayesinde birçok kararlar alıp adımlar atıyoruz. Doğamız gereği bedenimizin de kendi şartlarına uygun olarak değerlendirmeler yaptığını biliyoruz.
Beynimiz bedenimizden gelen sinyallerle doğasına uygun olarak tedbirler alır. Üşüme halinde önce titremeye başlarız; sıcakladığımızda ise terleme reaksiyonu gerçekleşir. Susadığımızda, acıktığımızda, uykumuz geldiğinde farklı belirtiler görür, duyar, hissederiz. Tüm bunlar birbirini tetikleyen sebep sonuç ilişkisine bağlı olarak ortaya çıkan tepkimelerdir.
Bir
de doğal olmayanlar var hani. Tamamen
duygusal bir o kadar da fikirsel olanından. Hayatımızın neredeyse tamamını etkileyecek,
uğruna kendimizi feda edebileceğimiz türden öyle doğamızla da alakası olmayan
bir yığın saçmalıklar bütününe sahibiz. Bir daha dünyaya gelmeyeceğimiz(?)
hasebiyle dolu dolu, mutlu ve rahat yaşamak neden mümkün olmasın. Birileri ve
bazı toplumlar bunu nasıl başarmış? Bunu birilerine el avuç açarak elde etmek
mümkün mü?
Doğal süreçlerimiz dışında hemen hemen tüm yaşamımızı etkileyen yapay kurallar, kanunlar, gelenekler, alışkanlıklar kısaca sosyolojik uyarıcılar vardır. Bunlar bedenimizin ve ekolojik yani çevresel faktörlerin verdiği tepkimelerden çok daha ileri boyutlardadır. Düşünmeyle birlikte varlık nedenlerimizi düşünüp yaşarken ilkelerimiz ve de en önemlisi mutluluk arayışımızdaki sınırları da belirliyoruz.
Yakın çevremizden başlayarak
kapsama alanımızın sınırlarını çiziyoruz aslında. Bu noktada benlik kavramı
ortaya çıkıyor. Böylece kendimizi sorumlu hissettiğimiz kişi ve çevreler
ölçeğinde varlığımızı somutlaştırabiliyoruz. Birey olarak istesek de istemesek
de bu sınırları olumlu ve olumsuz anlamda her zaman genişletme çabası içine
girmekteyiz. Bunda da inandıklarımız değerlerle birlikte, çıkarlarımız
ölçeğinde, davranışlarımız ve çabalarımız şekillendiriyor.
Bizimle birlikte, bizi de içine alan daha büyük bir oyunun içindeyiz aslında. İdeolojiler, inançlar, sermaye odakları bu hâkimiyet alanı için mücadele etmeyi bir amaç edinmiştir. Bir süre sonra aynı veya benzer düşünenlerin birlikte hareket etmesiyle hastalık boyutlarına ulaşabilen bağımlı bir grubun içinde olduğumuz ortaya çıkmaktadır.
Herkes en
iyisinin kendisi olduğunu zannetme hastalığına tutulmuştur. Çoğumuzun düşünme,
sorgulama, araştırma yetileri tamamen törpülenmiştir. Öyle ki tüm düşünme
faaliyetini kendi ölçeğimizdeki bilgi ve donanım kadarıyla yapıyoruz. Tüm
alanlarda geri kalmamızın temel nedeni belki de budur.
Her bireyin GSM operatörleri gibi kendi kapsama
alanı olduğunu varsayılır. Güçlü bir alt yapıya sahip olan kişilerin etki alanı
diğerlerine göre daha fazladır. Bu etki alanımızı en iyi kendimiz bilmekteyiz.
Kimlere ne oranda dokunduğumuzu, etkilediğimizi belirleyen ise
ilişkilerimizdeki dengedir. Burada sayı ve nitelik ayrımının yapılması
önemlidir. Bu özel mi yoksa sıradan biri olmak istediğimizle doğrudan
alakalıdır. Çeşitli yol ve yöntemler kullanılarak herkes kişiliğini baskın,
değerlerini, ideolojisini hâkim kılmaya çalışıyor. Bunu bilgi ve tecrübesine
güvenenler ikna yoluyla; diğerleri ise daha çok şiddet, para, inancı alet
ederek yapmaktadır.
Devlet mekanizması ise demokratik teamülle mi; yoksa belirli bir zümrenin çıkar odağına hizmet etme anlayışıyla mı yönetilmektedir? Gördüklerimizle birlikte yaşadıklarımızın samimi muhasebesi yapıldığında durum içler acısıdır. Adına her ne kadar demokrasi dense de sözlükteki anlamından uzak uygulamalarla karşılaşmaktayız. Burada demokrasi kavramının içinin ne ile dolu olduğunu önemlidir.
Hemen her iktidarın adını dilinden düşürmediği bu kavramı, halk ne kadar biliyor. Peki, bildiği sandığı bu şey yanıldığına yetiyor mu? Test etmenin hiç de zor olmadığını söylemek gerekir. Tek yapmanız gereken bir kahveye gitmek, olmadı bir metroda, bir salonda, sokakta yapılan bir röportajda hemen her yerde uzmanlarımızı bulmak zor değil. Amcalar, dayılar, teyzeler, hocalar, hacılar, gençler, işçiler, köylüler… Hepsi en irisinden nazar boncuğu hak ediyor sanırım.
Belki de tüm sorun araştırmayan, sorgulamayan
kitleye birilerinin yarım yamalak bildiği demokrasiyi anlatıp ikna etmesinden
ibarettir. Aksi durumda tüm bunların
gölgesinde emir ve talimatlarla sürü halinde hareket eden bir yapının parçası
olmaktan öteye geçemeyeceğimiz kesindir.
Bugünlere nasıl geldik. Kim, kimler ne
söylemiş, ne kadarı doğru? Merak ediyor
muyuz, soruyor muyuz, araştırıyor muyuz, biliyor muyuz yoksa bildiğimizi mi
düşünüyoruz? Evet, belki de en acınası durumumuz çoğu şeyi bildiğimizi
düşünmemizden kaynaklanıyordur.
Doğru bilginin asla yanıltmadığını ilkesel olarak biliyoruz. Bizlere hayatı zindan eden şeyler ise yanlış bilgiler üzerinden yapılan ancak doğru zannettiğimiz uygulamalardır. Yanılgılarda ısrar etmek, ders almamak; bildiklerimizin yanlış veya eksik olduğunu düşünmüyor olmamızdan kaynaklanmaktadır. Bilimsel olsun olmasın, tüm doğrular her dönemde yeniden araştırılıp sorgulanmaya açık olmak zorundadır. Bu farkındalık, değişim adına önemli bir hamledir.
Ön yargı esaretinden, hayatımda yer alan her şeyi sorgulayabilmeliyim, diyerek kurtulabiliriz. Böylece öğrenme isteğiyle birlikte değişimin tohumları beynimizde yeşermeye başlar. Sonrasında sulamak kalıyor. Mutluluğa giden yol, doğrularla birlikte her şeyi ama her şeyi, bıkmadan, usanmadan, yeniden, yeniden ve de yeniden; araştırmaktan, sorgulamaktan geçiyor.
Dönüp geriye baktığımızda ucundan azıcık bildiklerimizle
meğer ne ahkâmlar kesmişiz. Asıp, kesip biçmelerimiz de cabası. İşte o zaman
bildiklerimiz yanıldığımıza yetmiyormuş. Her şeyleri biliyormuşçasına ne
havalar atmaya çalıştığımızı bir hatırlayalım. Sonrasında birisi veya birileri
çıkıp lafı ağzımıza tıkıyor işte. O zaman da öfke nöbetleri başlıyor. Gözümüz
dönüp, sövüp saymalar eşliğinde sürü psikolojisinin de etkisiyle bahaneler
üretip duygusala bağlanıyoruz. En kestirme yol hazır elimizin altında
diyerekten vatandan, bayraktan ve Sakarya’dan destur alıyoruz. Milletle, dinle,
imanla kasıp kavuruyoruz top yekûn. İşte o zaman rahata eriyor acizliğimizin
şehveti.
0 Yorumlar