Bir gece vakti "ansızın
gelebilirim" demişti ya hani ve geldi. 6 Şubat’ta gece 04.17’de ama sessiz
değil, aksine yankılarla dolu, tarifsiz bir çığlık gibi ortalığı kasıp kavurarak
geldi. Sadece bir dakikanın içinde her şey altüst oldu. Evimiz, sokağımız,
şehrimiz; aklımız, düşüncelerimiz, hayallerimiz... Hepsi darmadağın oldu. Yıllardır
devletlerin, yöneticilerin, siyasetin, bakanlıkların ve belediyelerin söyledikleri
ya da yaptıkları, aslında sadece bir dakikalık ömre sahipmiş. Peki o zaman,
onca yalanın, dolanın, kavganın ve gürültünün ne anlamı kaldı? Meğer koskoca
bir ülkenin acıya boğulmasının bedeli bir tek dakikaymış.
Doğa Ana kimden hangi hesabı sormaya kalktı? Belki onun
öfkesinin sebebini biraz biliyoruz ama yine de onca emek, gözyaşı, acı ve kayıp
değer miydi? İnsanlığımız bir dakikanın içine sığacak kadar basit miydi
gerçekten? O bedeli daha önce de ödedik, hem de çok ağır şekilde. 17 Ağustos
1999’da mesela; 7.4 büyüklüğünde bir başka yıkımla. O zaman da bedelimizi peşin
verdik; hem gözyaşıyla hem yaşamlarımızla.
Her şeyin başlangıcını ve bitişini bir dakikanın içine sığdırmayı öğrenmek ne acı bir dersmiş! Umutlarımızı, hayallerimizi, planlarımızı hep geleceğe bırakan bizler için meğer her şey aniden son bulabilirmiş. Bir bebek dünyaya gelir, sevgiyle büyütürsün, çocuk olur. Zorlu da olsa eğitimini bitirir, iş sahibi olur. Ardından bir düzen kurar; birine âşık olur ve sevgiyle yeni filizler yeşertir. Ailesini kurar, mutlu bir hayat sürerken... O anda, ansızın tıtrer yeryüzü ne olduğunu anlayana kadar tüm hayalleri yerle bir eder; silip süpürür her şeyi. Anlarsın o vakit akıllı olmak da delilik de; açlık da tokluk da binyıllık tarih de gözümüzde sözümüzde büyüttüğümüz şeylerin hepsi bir dakikaya mahkûmmuş.
Birbirimizi yememizin, taşkın hırsların ve anlamsız kavgaların hükmü o kadarmış
işte. İncir çekirdeğini doldurmayan kinlerimizin ve boş dedikodularımızın bile ömrü
bundan ileri gidemezmiş. Meğer biz küçücük bu zamana esir olmuşuz; tüm yeteneklerimiz
ve güçlerimiz yalnızca bir dakikayla sınırlıymış.
O deniz gibi görünen zenginliğimiz bile aslında bir dakikanın
ötesine geçemiyormuş. Bir anda 22 ayarlık altın misali ezilip kalırmışız molozların
altında. Önceden var olan kavgalar da küslükler de anlamını yitirirmiş o
enkazda. Açlıkla, susuzlukla ve soğukla mücadele etmek kalırmış geriye sadece.
Cebindeki paranın hiçbir geçerliliği kalmazmış artık; bir yudum suyun ya da bir
lokma ekmeğin değeri ise asıl o zaman anlaşılırmış.
Hayat dediğimiz o tek dişi kalmış canavar, meğer ne kadar kolay
ve umarsızca terk edermiş bizi. Ne kadar çok değer biriktirsek de hiç tereddütsüz
satarmış bizi yalnızca bir dakikada. Uğruna nice canlar verdiğimiz
ideolojilerimizi ve inançlarımızı yerle bir eder; maddi manevi ne varsa yutarmış.
Geçmişe dair hatıralarımızı ve geleceğe dair tüm birikimlerimizi silip
süpürerek elimizden alırmış. Yerimizden, yurdumuzdan, sevdiklerimizden koparır;
her şeyi yok edermiş. Bir kez daha anlattı Zelzele, hem de kafamıza vura vura: Elimizde
ne varsa söküp aldı. Aklımızı da avucumuzdakini de...
Bir kez daha suratımıza vurdu gafletimizi. Yerin dibine
soktu bizi; “Siz akıllanmazsınız”
dercesine salladı insanlığın salıncağını. Hepimiz düştük işte; savrulduk
gecenin zemheri karanlığında. Düştük, hem de hepimiz. İnsanlık bir kez daha savruldu
gecenin en keskin ayazında. Ay, gökyüzünü siyah bir kefenle örtmüş. Yıldızlar
susmuş; olan bitenden habersiz bulutlar geçiyor karanlıkta. Uyanık kalan tek şey
köpekler; çıkarcılara, ikiyüzlülere ve gözünü para hırsıyla kör etmiş olanlara
inat havlıyor.
Meğer başladığımız yere dönmek hiç de zor değilmiş. Bir
dakika yetti, fazlasına gerek bile kalmadı. O bir dakikaya binlerce ölüm, yüz
binlerce çığlık, kan ve gözyaşı sığdı. Anladık ki o kadar büyüklenmenin, kibirle
övünmenin hiçbir anlamı yokmuş. Belki de en önemlisi, yıllardır kulaklarımızı
tıkadığımız vicdanımızı duyabilmek için sadece bir dakika gerekiyormuş. Nasır
bağlamış kalplerimizin yumuşaması da işte o kadar kısa sürede mümkünmüş.

0 Yorumlar