“Bilgisiz Sen bir hiçsin, kader sana ne biçsin.”
Yarın çok geç olabilir. Sesimiz her an kısılabilir. Hala nefes alıyorken susmak, sessiz kalmak, doğruları, gerçekleri, söylemeyi veya yazmayı ertelemek acizliğin göstergesidir.
“Henry Hаncock(!); inаnçlаrımızdаn eylemlerimiz doğar, eylemlerimizden аlışkаnlıklаrımız meydana gelir, аlışkаnlıklаrımızdаn karakterimiz oluşur ve onun üzerine de kaderimizi bina ederiz, demiş. Bireylerde olduğu gibi toplumların da aklı, ruhu ve vicdanı vardır. Yüzyıllardır bunu bilen, işleyen, temellerini araştıran akademik çalışmalar iktidarı ele geçiren veya geçirme hevesindeki güçler tarafından etkili bir şekilde ele alınıp kullanılmaktadır.
Narkoz etkisi yaratan ve halkın çoğunu etkileyen uyutma, uyuşturma faaliyetleri dinletmez hiçbir gerçeği. Sarsar 7.7 şiddetinde tüm doğrularımızı. Aldırmaz artçılara. Kar, kış, soğuk vız gelir onlar için. Kadercilikle yatışan öfkenin üstüne sabır merhemi sürülür. Kurtuluşun reçetesi yazılır dualarla. Maddi hiçbir karşılığı yoktur. Ucuzdur, hatta beleştir çoğu yerde. Maliyet oluşturmaz devlete. Hesap sorabilmenin önünde kutsatmış devasa duvardır. Akıl sır ermez kudretine. Dağları taşları, denizleri aşsan da bunu aşmak imkânsızdır. Hele yıkmak mı? Ateşten gömlektir giyilmez; demirden leblebidir çiğnenmez. Kaderin cilvesidir bu, değişmez.”
Her felaketin ardından mahşerin üç
atlısı alanlarda boy göstermeye başlar: “Sabır, Şükür, Kader” bunlar söyleyecek çok şeyin olduğunu, bilip de
susmanın adıdır. Bir anlamda çaresizliğin yumuşak yüzüdür. Kendi kendimize ürettiğimiz yahut
çevremizdekilerin bizi yatıştırma adına söylediği, dayanabilmenin kutsanmış
halidir. Elimizde ne kaldıysa onunla yetinmemiz, en azından bir süre idare
etmemiz gerektiğinin, varsa acılara katlanmamız gerektiğinin adıdır. Kader ve
diğer yandaş sözcüklerin anlamı herkes için aynı değildir elbette. Kimi yöneticiler,
siyasetçiler, çıkarcılar, şakşakçılar, Adıyaman ağzıyla tırşikçiler için durum
farklıdır. Zaman kaybetmeden yaşanılan her türlü felaketten kaçmanın, bir
anlamda sıyrılmanın karşılığıdır.
Sabretmektir, katlanmaktır sana düşen. Hesap yeri mahşerdir müteahhitin, mühendisin, fırsatçının, fesatçının, hayının der, yakarsın ciğerini. Hep birlikte bekleriz vicdan azabından ölecekleri günü. Bilmem hangi zengin ülkenin denize bakan lüks rezidansında keyif çatarak çatlayacağını. Sonrasında döner yıkılan şehirlere bakar kaderimize ağlarız. Kurtulanların üzerine yazarız yeni öykülerimizi. Mucize kurtuluşlar inşa ederiz enkaz altındaki on binlerin üzerine. Kahramanlık destanlarıyla sarmalarız acılarımızı. Allah’ın hikmetine dualar yetiştiririz kameralar eşliğinde. Ortada sorumluluk alan resmi bir kurum, kuruluş, yetkili çıkmayınca Tanrıyı aklamanın yolunu aramaya başlarız. Korkaklığımızın ve çaresizliğimizin hesabını vermektense sığınmayı tercih ederiz.
Başımızı iki
elimizin arasına alır dökeriz gözyaşımızı. Farklı değildir senaryo. Büyüklerimizin bir bildiği vardır nasılsa,
yalnız değildir hiçbiri. Devreye girer hacısı, hocası, şeyhi. Bilimin bir hükmü
yoktur nasılsa. Kadri kıymeti kalmamıştır Diyanetin yanında. Usulüne uygun ölü
gömmenin hesabı yapılır dört dörtlük. Salası okunur kaderimizin yoldaşlığıyla.
Temize çıkar böylece on binlerin vebalini taşıyanlar. Sarsılmaz onların
koltukları 7.7 depremde, zemin etüdü yapılmıştır. Temeli sağlam atılmıştır. Evelallah,
kolay kolay yıkılmaz onlar! Harcında çelikten birlik, beraberlik ve dayanışma söylemlerini
vardır. Çok serttir betonları, esip gürleyiverirler yanaşamazsın yanlarına.
Bize bir şey
olmaz dedik, kimin umurunda dedik, bana ne dedik, inandık, güvendik, her şeyden
kaçtık. Gördük ki herkes kaçmış. Bilimden, liyakatten, dürüstlükten,
ilkelerimizden, samimiyetten... Hep başkaları var nasılsa, dedik. Umurumuzda
olmadı sormak, sorgulamak, araştırmak. Mühendisimize, mimarımıza, bilim
adamlarımıza inandık. Kaymakamımıza, valimize, belediye başkanlarımıza
güvendik. Milletvekillerimiz var dedik, bakanlarımız var dedik. Askerimiz,
polisimiz, AFAD’ımız Kızılay’ımız var. Biriz, beraberiz dağları aşar, enginlere
sığmaz taşardık. Kimse yalana, talana, yanlışa imza atıp el kaldırmaz sandık.
Yüce bir devletin, milletin kutsanmış neferleri değil miydik her birimiz. Her
şeyden bu kadar mı elimizi eteğimizi çekmişiz.
Pişman olmak, helallik istemek aklanmanın en masumane tutumudur. Yanan yüreklerden, ölümlerden, geri dönüşü olmayan yaşanmışlıklardan dolayı af dilemek, mazlumun yüreğinde temize çıkmak, kişileri, yöneticileri sorumluluktan kurtarmamalı. Demokrasiyi, insan haklarını, insanlığı, onurlu bir duruşu içselleştiren toplumlarda, yapılanmalarda aksamaya neden olan her türlü iş ve işlem kişilerden bağımsız yargı yoluyla hesabı sorulur. O da olmazsa istifa adı verilen çok da beğenmediğimiz ateist toplumlarda yaygın olan bir mekanizma devreye girer.
Burada haklı
haksız; suçlu suçsuz olmanın önemi yoktur. Bu dolaylı da olsa ortaya çıkan
manzaradan kendini sorumlu veya eksik görmekle alakalı bir tutumun
yansımasıdır. Nasrettin Hoca’nın fıkrasındaki gibi herkes haklıysa, herkes
masumsa, herkes işini yapmışsa bunca şehir nasıl yerle bir oldu. On binlerce
insanımızı niçin kaybettik. Kader sığınağına kaçmak kolaycılığına düşenler
yüzbinlerce masumun ahı altında ezilmekten kurtulamayacaktır.
Kutsal olan,
devlet değildir, inanç değildir, millet değildir; tüm bunlar uyutma, uyuşturma
adına reçete edilmiş antibiyotiktir. Her çıkmazda aynı reçete yazılır durur. Kutsal
olan, değerli olan dünyayı, gezegeni sarıp sarmalayan ilkelerdir. Haktır,
adalettir, eşitliktir, dürüstlüktür; bilimdir, bilgidir. Kutsal olan;
paylaşmaktır, fedakârlıktır, gereğini hakkıyla yapmaktır. Hesap verebilmektir
mesela. Kutsal olan yaşamaktır onuruyla;
haksızlığa, hukuksuzluğa karşı mücadele etmektir. En önemlisi de insanı, doğayı
yaşatabilmektir.
0 Yorumlar