Hayatımıza dair ne varsa etrafını saran, hareket alanımızı belirleyen, diğer anlamda sınırlayan ne çok duvar örülmüştür. Kim veya kimler tarafından nasıl ve niçin yapıldığı çok da hatırlanmaz. Yaşamımızdan söküp atamadığımız bu yapının sihirli ve akıl almaz bir kudreti vardır. Bazı şeyler zamanla kalksa da son derece katı, değişmez hatta değişmesi teklif dahi edilmez durumda olanlar vardır ki can alır, can verir. Kutsal atfedilenlerin boyutları ise yüzyıllardır anlaşılmaya ve tartışılmaya devam edeceğe benzer. Akıl ve mantık; felsefenin bin yıllık birikimiyle birlikte akıl tutulmasına uğramış birey ve toplumları dize getirememiştir.
Tüm sınırların harcında olması gereken eşitlik ve adaletin varlığından ne yazık ki söz edilemez. En başından başlarsak cinsiyetimizin belirginleştiği anda ilk zincir boğazımıza takılır. Öğrenmekle birlikte gardımızı alır taarruza hazırlanırız. Bebek olmanın ötesinde sosyolojik ve dini referanslara yol almaya başlarız. Renklerinden tutunda kıyafetin türüne, desenine kadar kalıplar çizilmiştir. Üstün cinsiyet kavramını öne çıkaran nice gelenekçi toplumda bu tutum o kadar ileri boyutlara ulaşmıştır ki bebekliğin masumiyeti yerini kız olmanın aczine bırakmıştır.
Toplumsal yapılanmada güç unsurları hemen her dönemde kadın üzerinde egemenlik kurmayı normalleştirmiştir zaten. Övünç kaynağı haline getirilen bu cinsiyetçi yaklaşım, inanç sistemleriyle birlikte hareket alanlarını olabildiğince genişletmiştir. Özellikle geri kalmış toplumlarında kız çocuklara yönelik daha katı, dar ölçekli ve kısıtlayıcı ayrıca bir sınırlamaya gidilmiştir. Bu tavır tüm yaşlarda kendini göstermeye devam etmektedir. Yüzyıllardır süregelen bu anlayışın büyüsü hala üzerimizdedir. Bundan kurtulmaktan ziyade böyle yaşamayı sürdürmek, dayatılmış çaresizliğimizin bir sonucu olarak görülebilir.
Gelenekselleşen çoğu öğreti, mantığa aykırı karşılansa da bir süre sonra normalleşmeye başlar. Bu adımlar ilerleyen süreçte bilimsel verilerle desteklenerek toplumun olmazsa olmaz bir parçası haline getirilir. Bilhassa objektif yapılmayan din ve tarih bilimi ulusların bu alandaki en iyi
oyuncağı durumundadır. Bilimi; toplumların alışkanlıklarına, geleneklerine ve inanç
sistemlerine hizmet eden bir pozisyona düşürmek akılcı bir
yol değildir. Biliyoruz ki bilim; aykırılığın, özgür düşüncenin olduğu yerde
meyve verecektir.
Gelenekçilik
bir nevi bağımlılıktır. Yüzyıllarca değişmeden süregelen bu bağlılık tutkusu hastalık boyutuna ulaşmıştır. Bu; sorgusuz, sualsiz, mantıksız yürütülen tüm alışkanlıkların esiri olma durumudur. Esaret, zincirleme bir reaksiyonla değişime karşı virüs misali bulaşmaya devam
etmektedir. Kurtulmak son derece zor ve
uzun bir süre gerektirir. Belki de çoğumuz bu mücadeleyi göze alamadığı için geri çekiliyoruz.
Böylece beynimizde sorgulayan, sıra dışı olan, cehalete kılıç çeken ve özgürlüğe
dair yeşeren ne varsa dizginleyip öfkeyle ve şiddetle bastırıyoruz.
Bastırılan çoğu duygu ve düşüncemiz kişisel gelişimimizi de sınırlamaktadır. Karakterlerimizin oluşmasına doğrudan etki eden bu durum yetişme/yetiştirilme tarzımızla ilintilidir. Biliyoruz ki toplum düzeni içinde çekirdek aile ölçeğinde farklı anlayıştan, gelenekten, inançtan bireyler vardır. Bu kişilerin kendilerine has bilgi ve kurallarla yetişmesi aynı zamanda çatışma alanı oluşturmaktadır. Uzaklaşmanın yalnızlaşmayı getirmesinden korkulmaktadır. Bu da kendi sınırlarını daha belirgin hale getirme ihtiyacını tetiklemektedir.
Her şey
istemekle başlar. Ne istediğimizi bilmek kadar bunu başarabileceğimize inanmak
da önemlidir. Gerçek düşüncelerimizle,
hissettiklerimizle yüzleşmediğimiz sürece değişime dair adımlarımız boşa
çıkacaktır. Aklımızı, duygularımızı sarıp sarmalayan bu cendereden samimi
olarak kurtulmak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Bize çizilen sınırların neresindeyiz? İçinde mi, dışında mı, ortasında mı,
kıyısında mı duruyoruz?.. Kabullenme veya reddetme lüksümüz, şansımız veya tercihimiz
söz konusu oldu mu? Anahtar sözcük belki de bize dayatılan sınırları
kabullenme kolaycılığını benimsemiş olmamızdır. Konuşmamız gereken yerde susmak,
beraberinde inanmış gibi yaparak alkışlamak, akabinde içten içe sessiz
haykırışlarımız. İşte tarafımıza biçilmiş kaftan ve sınırları çizilmiş haddimiz var artık.
Her an sona ereceğini
bildiğimiz pespaye hayatımızla yüzleşmekten korkuyoruz. Yaşam döngümüzde korku
ile cesaret arasına duygularımızı, hayallerimizi ve geleceğimizi gömdüğümüzü
farkında mıyız? Çevremizce normal görünen sorunlu kişiliğimizin temelinde hangi
korkularımız yatmaktadır? Korkularımız hem topluma olan saygıyı, hem de kendimize
olan öz saygımızı yitirmemize neden oluyor. Özü kaybetmenin kimsenin
umurunda olmaması aynı zamanda toplumsal değerlerimizin de içinin boşalması
demektir. Tehlikeli olan da budur. Korku neticesinde karaktersiz, yüzsüz,
yandaş ve yalaka tipler her tarafta türedi. Beklentiler doğrultusunda hakikatten
uzaklaşmaya can atan -Adıyaman ağzıyla- tırşikçiler; o an kimin borusu
ötüyorsa onun hemen yanı başımızdaki sopası ve borazanı oldular. Seçici olabilmek
bu yüzden önemlidir. Bilmeliyiz ki karakterimizi şekillendiren anlayış;
doğrular ve gerçeklerdir. Ne zaman ki cesaretimiz; korkularımızdan zincirini
kopardı, öz saygımızı o zaman kazanacağız.
Öğrendiklerimizde hareketle dayatılan sınırlamaların yanı sıra kendimize de bir alan çiziyoruz. Diğer bir deyişle kendi mahremimizi inşa ediyoruz. Alanımızı belirlerken güçlü bir karaktere, azme ve bilgiye sahip olmak önemlidir. Belki de yasak ve günah tanımadığımız tek yer burasıdır. Bunu sağlayabilmenin yegâne yolu ise özgür, demokratik eğitimle ve güçlü bir iradeyle olacağı gerçeğidir. Eğer sınırımızı başkalarının iradesine göre belirliyorsak bu korkumuzdan ya da cehaletimizden kaynaklıdır. Özgürlük kapısı aralandıkça yetişme tarzımız ne olursa olsun beynimizi saran örümcek ağlarında da kopmalar başlayacaktır.
Kısa yaşamımızda içselleştirdiğimiz nice tutum ve davranışlarımızın temeli maalesef bilimle atılmamıştır. Kimilerince bilimle geleneklerin kaynaştığı bir ortam yaratılarak sınırlı da olsa gelişimin önü açılmıştır. Çoğunluğun yaptığı, düşündüğü, yaşadığı sistem normalleştirilmiştir. Bilimi ve özgür düşünceyi çoğunluğun alışkanlıklarına kurban ederek sınırlamak, gelişime direnmenin en yumuşak hali değil midir?

0 Yorumlar