"Neler yapmadık Filistin için

Kimimiz öldük

Kimimiz kahrolsun İsrail dedik

Ölenler öldü

Konuşanlar evine döndü…"

Değerli Hocam Prof. Dr. İsmet Emre’den bir alıntıyla kendi gerçeklerimize en azından bir göz kırpıp aynaya bakmamız gerekiyor. Yapılan yardımları ve destekleri göz ardı etmeden yüzleşmemiz gereken gerçekler olduğunu bunu ötelemenin bir anlamı olmadığını anlamalıyız.

Geçmişten günümüze tarihi süreçler irdelendiğinde savaşlar; ulusların, fethetmek ile işgale uğramak arasındaki mücadelesiyle şekillenmiştir. Eskiden halklar bunu at üstünde, kılıçlarla, kalkanlarla, mızraklarla, oklarla, türlü el yapımı aletlerle yapmıştır. Bunların yanında yense de yenilse de kendine has kahramanlıklar yaratıp destanlaştırmayı da ihmal etmemiştir. Artık her şey tuşlardan ibaret oldu. İnsanlık teknoloji aracılığıyla oluşturulan silahlarla katlediliyor. Destanları ise televizyonlardan, internetten tüm dünyaya anlatılıyor. 

Sebepler hemen hemen her dönemde aynıdır aslında. Dinler savaşını kutsallaştırıp CİHAT yapmak, topraklarını genişletmek, dünyamızın sınırlı kaynaklarını kendi bünyesine almak, kendi ırkını yüceleştirip diğerlerini köleleştirme hatta yok etme hırsı. Bunun karşısında da kendini, toprağını, halkını savunma refleksi…  Hiç değişmeyen şey ise zulümle birlikte acı ve gözyaşı… İnsan öldürmenin devletler tarafından kurumsallaştırılarak, meclislerin onayıyla veya liderlerin kararıyla yapılması maalesef katliamları meşrulaştırmaktan öte bir şeye yaramıyor. Güçlü olanlar için savaş suçu diye bir şey yoktur. 

Şunu biliyoruz ki güçlü olan zayıf karşısında kendi kuralını koyar. Uluslararası arenada bu kuralların adil olmasını beklemek safça bir tutumdur. “Her devletin veya ulusun kendini haklı gösteren gerekçeleri vardır; yoksa da bunu yaratır.” Bu söz yabana atılmayacak derecede dünya siyasetine damgasını vurmaktadır. Savaş ve barış adına yapılan tüm faaliyetlerde bu kıstas referans alınır. Bunu bilip de bilmezden geldiğimizi ancak canımız yandığında fark ediyoruz.

Neyi biliyoruz “GÜÇ”  kavramının ne ifade ettiğini. Güçlü olmak cesur adımlar attırabiliyor. Pekâlâ, bugün İsrail güçlü müdür? Cevabı az çok bellidir.  İsrail’i güçlü yapan ne… Nüfusu mu, inancı mı, sabah akşam ettiği dualar mı; para ve teknoloji mi, yoksa tüm bunların yanında bilimle arasındaki sıkı dostluk mu? Sanki bilim herkesten kaçıp da onların şefkatli kollarında mı huzura erip gelişme imkânı bulmuş? Bunun öyle bir şey olmadığını bilmemek aptallık olur.

Günümüz dünyasının bakış açısı ‘güçlü olan haklıdır’ anlayışıdır. Bizler her ne kadar bunun yanlış, insani ilkelere, uluslararası hukuka ve insan haklarına aykırı olduğunu düşünsek de pratikte bir karşılığı yoktur. Modern çağımızdaki demokratik toplumlar savaş politikalarının sürdürülmesi noktasında kendini haklı görürler. Tüm taraflar için bu böyledir aslında. Haklılığını ispat edecek argümanlar yoksa da yaratmak kimse için zor değildir. Bununla birlikte zayıfın yanında, zulmün karşısında görünen kuru tarafgirler vardır. Bunlar sorumluluğunun, vicdanının bir anlamda kendini temize çıkarmanın piyasasını oluşturma çabasındadırlar. Bunların popülist söylemlerle kendi ülkesindeki temel sorunların üstünü örtmek, kendi zalimliklerini perdelemek ve uluslararası arenada barış güvercinleri uçurmaya hevesli görünmekten öte bir amaçları yoktur.

Savaş politikasının temelini silah satan ve kimi zaman örgütlere bedava dağıtan güçlü devletler ve üretici sermaye atar. Kimin kime veya nereye hangi oranda ve ne kadar silah satıldığı her zaman sırdır. Bu sistemin işleyişinde düşmanı hiçbir şekilde tam olarak yok etme tavrı yoktur. Toplumları yönetmek için iktidarlar, güçlü kalmanın askeri alanlarda silahla mümkün olduğu gerçeğini işlemiştir. Buna yapılan yatırım hemen her şeyin üstünde görülüp önceliği almıştır. Sözü güçlü olan söyler doğru yanlış; gerçek veya yalan olup olmadığını umurunda değildir. Hayatta kalabilmenin, refahını az çok sürdürebilmenin yolu onunla işbirliğinden geçtiğini çok çok iyi bilmektedir.

Peki, Filistin’i destekleyip sabah akşam haykıran, dualar eden, yıllardır hamaset naraları atanların elinden kamyonlar dolusu yardım kolisi göndermekten başka ne geliyor. Zulüm karşısında canı yanan(!) çoğu İslam devletleri tüm bunlardan ders almış mıdır? Almış olsa benzer durumlar tekerrür eder miydi? Her seferinde feryat figan etmenin yanında ne yapılıyor dersiniz? Önlem ve tedbir alma yolunda bilimin ve teknolojiyi sınırlı biçimde satın almayı; üretmekle, araştırmakla eş değer mi görüyor? Bu ülkeler hangi oranda kendi toplumunu geliştirmeyi, aydınlatmayı, kadını, doğayı, bilimi, felsefeyi,  teknolojiyi önceliyor. Bu gidişle sadece zamanlama farkıyla hikâyeden teraneler dinlemeye devam edeceğe benziyoruz.

Çatışmalardan beslenen her ülkenin kendi teröristini yaratıp kendine alan açma noktasında yeterince iyi olduğunu, barış adına samimi olmadığını aklı başında tüm bireyler farkındadır. Bu dönem de geçmişte olduğu gibi geçecektir. Acı ve gözyaşlarıyla yoğrulan yeni çatışmaların hamuru yoğrulup tekrar fırına sürülecektir. Bir süre ‘Barış Güvercinleri’ uçacak olan Gazze ve Ortadoğu’daki diğer çatışma alanlarında yine benzer zulümler, yine hamaset figanları saracaktır dört yanı. Mitingler, yardımlar ve çocuk sesleri yine çınlatacak kulağımızı. Yine İsrail diyeceğiz, emperyalizm diyeceğiz. Patlatacağız kola şişelerini, ağlatacağız analarını İsrailli şirketlerin ve basacağız kıçlarına tekmeleri(!..) Değil mi? Haklı davalarımız, kutlu mücadeleler,  emperyalistler, ABD’si, Rus’u, Arap’ı, Acem’i, Türk’ü, Kürt’ü, Şii’si, Sünni’si… Hemen herkes kendi penceresinden kükrüyor. Gördük bildik ve yaşadık ki celallenmenin yanında şeytanlaşmanın acısı körpe yavruların bedenlerinde çıkıyor.

Güç demek, sadece İMAN demek değildir. Bunu anlamak ve anlatmak o kadar da zor olmamalı. Güç demek bilimdir. Kutsal kitapların temelde tavsiye ettiği, hatta kimisinde emrettiği şey değil midir okumak? Bunu sadece dua okumakla sınırlı tutma saflığından ne zaman vazgeçilecek bilinmez. Olması gerekeni anlamamak için daha ne kadar acı yaşanmalı bilmek mümkün değildir. Cehaletin sırtındaki iktidar koltuğunda oturanlar; tutunabilmek için halkını bilimden uzak tutması gerektiğinin farkındadır. Nasıl ki bilgi güç demekse cehalet de zayıflık demektir. Zayıf olanlar bilgi karşısında her zaman kaybetmeye mahkumdur. Cahil bırakılan her toplum için de bu böyledir. Böl, parçala, yönet. Çoğu devletin cebinde para, gögsünde de iman dolu olduğunu biliyoruz. Temel yanılgının bunu her şeyin üstünde bir güç olarak nitelendirilmesidir. Oysa değildir. Güç bilgidir, teknolojidir. Zayıf olanların bilim ve teknolojiyle beslenmiş zulüm karşısında ahlar vahlar içinde inleyip küfürler eşliğinde beddualar yağdırmaktan öte hiçbir şey yapamadığını her seferinde görmedik mi?

İslam âlemi belki kıldan ince sırat köprüsünden geçecek ancak dört şeritli samimiyet yolundan geçemeyecektir. Gerçekten okumanın gereği olan bilimi bırakıp da birilerine lanet okumak kolaycılığına kapılmak hamasetten başka bir şey değildir. Bilim adına kısa, orta ve uzun vadede neler yapmalı; bunun yanında gelişmiş ülkelerin neler yaptığını görmek gerekmiyor mu? İktidarların kendi halkının gözünü, kulağını hatta aklını neden karanlığa mahkûm ettiğini sorgulamak gerekmez mi?

Okumak demek hayatı anlamak, tanımaktır. Aynı zamanda her şeyi öğrenme çabası ve isteğidir. Ne zaman ki lanet okumayı bırakıp hayatı, doğayı, insanı, toplumu, yaşamayı ve yaşatmayı öğreneceğiz ve öğreteceğiz işte o zaman güçlü olduğumuzu anlayacağız. İslam âlemi ve tüm geri kalmış kültür ve medeniyet asıl savaşını cehalete karşı göstermediği sürece her zaman mazlum kalacaktır. Güçlü ülkeler her dönemde merkezine bilimi alıp önceliğini bilim insanı yetiştirmeye adamıştır. Geri kalmış, mazlum tüm toplumlar için de iktidarlar; nüfus yoğunluğu ne olursa olsun, onları uyuşturmak için tüm enerjisini, kaynaklarını din adamı yetiştirmeye adar. Biat kültürü ancak dindar nesillerle mümkündür.

Asıl sorumlu biraz da kendi milletini yüzyıllardır aciz ve cahil bırakan yönetimler değil midir? İktidarda kalmanın en kolay yolu halkını kendine muhtaç etmek; bilimden, bilgiden ve demokrasiden uzaklaştırmak değil midir? Dinde olduğu iddia edilen söylem ve uygulamalar bahane edilerek halkı yasaklarla yönetenlerin hiç mi suçu yok. Ne zaman ki dinler üstü inançlar üstü ırklar üstü bir anlayışla savaşa ve zulme karşı çıkılır ve bunu samimiyetle ortaya koyarsın işte o zaman bir şeyler yapmış sayılırsın. Ve o zaman bir şeyler olmaya başlar. Kendi gerçeğimizden çıkıp insan olmanın insanlığın gerçeği için çalışmış olursun. En azından ettiğin duanın çektiğin acının samimi bir karşılığı olur.

Sen savaşı nereden izliyorsun da canın yanıyor. Kimin ağladığı noktasında ayrımcılık yaptın mı? Ne yapıyorsun feryat figan etmekten gayrı. Savaşlar için ne yaptın Rusya-Ukrayna için de döktün mü gözyaşını. Irak’ta, Suriye’de olanlara nasıl baktın? Güneydoğu’da, Ortadoğu’da olanlarla aran nasıldı mesela. Öldürülen tarafın masumları için canın acıdı mı? Kendi kamuoyunda görmezden geldiklerimiz için söylemek istediğin bir sözün var mı? Kendimizi alkışlamak birilerine ağlamak marifeti mi bizi yücelten acaba… Masumların ölmesinin kaçınılmaz olması gerçeğine sığınmak; hangi savaşı çatışmayı haklı gösterir ki… MASUM DEĞİLİZ HEM DE HİÇBİRİMİZ.

Rus öykücü Leonid Andreyev’in “Kızıl Kahkaha” kitabında şöyle geçer: “Bir düşün; İnsana onlarca, yüzlerce yıl merhamet, sağduyu ve mantık öğretip, onu bilinçlendirdim diyemezsin, her şeyin bir bedeli var. En önemlisi de bilinç. İnsanlar acımasızlaşabilir, hassasiyetlerini yitirebilir, kan, gözyaşı ve acı görmeye alışabilirler, tıpkı kasaplar, ya da bazı doktorlar ya da askerler gibi; ama hakikati bir kere öğrendikten sonra ondan vazgeçmek nasıl mümkün olabilir? Savaş gerçeğinin kendisine alışamıyorum, esasen akılsızca olan bu şeyi anlamayı ve açıklamayı aklım reddediyor. Bir milyon insan bir yerde toplanıp edimlerine haklılık kazandırmaya çalışarak birbirini öldürüyor ve hepsi eşit derecede hasta ve hepsi eşit derecede mutsuz. Delilik değil de nedir bu?”

Hakikat yüzleşmektir hem de kendi gerçeğimizle. Bilmeliyiz ki faşizmin geldiği getirdiği vahşet hiçbir surette yumuşatılamaz. Ben ve benlik ülke sınırlarını aşmadığı müddetçe dünya savaşları sürmeye devam edecektir. İktidarlarda toprak din, dil, ırk ve milli üstünlük yaratma arzusu olduğu sürece sözde insanlık hikâyeleri dinlemeye devam edeceğiz.

Yine Leonid Andreyev “ Şeytan'ın Günlüğü”  kitabında: Hiçbir şey anlamıyorsunuz. İyisi mi gözlerinizi kapayın; Öyle de yaptım ve bir kez daha, tıpkı duyma gibi görmenin de aklın önünde ne büyük engel oluşturduğuna ikna oldum. Şu dünyada dâhilerin kör, en iyi müzisyenlerin sağır olmasına şaşmamalı, diyor.

"Neler gördük Filistin’de

Kimisi ölecek

Kimisi kahrolsun İsrail diyecek,

Ölenler öldü

Konuşanlar evine döndü…

Yemekten sonra sıcak çay, üstüne sigara

Ardından maçın ikinci yarısı…"