Korkmak; hemen herkeste olduğunu düşündüğümüz duygusal, fiziksel bir
tepkidir. Karanlıktan korkarız, ölümden korkarız, kaybetmekten korkarız,
kediden, köpekten, böcekten korkarız. Bir de bilinmeyenden korkarız. Bazen korkularımızı
normal ve yerinde karşılarken bazen de yersiz ve komik buluruz. Bunların
dışında korkulan iki hususla daha karşı karşıyayız: Birincisi “SORULAR”,
ikincisi de “DEĞİŞİM”.
Döngü maddeden başlayarak canlıları da
etkileyen bir yolculuktur. Bu yolculuk milyonlarca yıldır devam etmektedir.
Nasıl ki doğadaki değişim sınır tanımadan her şeye rağmen gerçekleşiyorsa bu değişimi
kendi zihin dünyamızda neden yapmayalım? Değişim ve dönüşüm süreçleri
bireylerden başladığını biliriz. Ne zaman ki bir şeyler zihnini kurcalamaya
başlar değişimin tohumları atılmış demektir. Yeşermesi ise onu beslemekle
mümkündür. Adım atılmadığı müddetçe bazı oluşumlar, yapılanmalar ve uygulamalar
kemikleşerek alışkanlık haline gelecektir. Böylece bundan kurtulmak veya
değiştirmek daha da zorlaşacaktır. İçinde bulunduğumuz yaşama dair nice saçma, bağnaz,
uygulama bilim ve teknolojiye rağmen sürdürülmeye devam etmektedir.
Çok da kabullenemediğimiz “DEĞİŞİM”
sözcüğü fikirsel manada gelişmemiş toplumlarda taviz vermek ve
zayıflık olarak görülmektedir. Ünlü Filozof Sokrates sürekli sorular sorar,
önce kendine ardından da karşısındakilere… Gelen cevaplarla birlikte hakikate
ulaşmanın yollarını aradı, durdu.
Bizler de önce kendimizle yüzleşmeyi
denemekle başlayabiliriz. İlk soruyu kendimize soralım. Kimim, neyim, ne
istiyorum? Ben gerçekten ben miyim, yoksa başkasının dediği veya gördüğü gibi
mi olmalıyım? Üç ay, beş ay, bir yıl, beş yıl önceki benle, bugünkü ben aynı mı
olmalı? Oysa gündelik hayatımızda o kadar çok şey oluyor ve o kadar çok şeyle
karşılaşıyoruz ki etkilememek elde değil. Buradaki temel yaklaşım buna
direnmeli miyiz yoksa adapte mi olmalıyız? Bazen okuduğumuz bir kitap,
izlediğimiz bir film, bir skeç, tiyatroda bir sahne, duyduğumuz bir söz
değiştirebilmeli tüm hayatımızı.
Değişim kartopu gibi en yakınlarından
başlayarak büyüdükçe büyür. Bunun toplumsal bir harekete dönüşme süreci her
zaman sancılı olmuş ve olmaktadır. İyi ve güzel olarak kurulan hayaller her
dönemde engellemelerle karşılaşır. Gelenekçi, biatçı, dinci ve burjuvazi
yapılar köşe başlarını tuttuğu sürece dönüşüm gecikecektir.
Ortaçağ'da bireysel çabalarla radikal
toplumsal hareketler tetiklenmiştir. Neticede Reform ve Rönesans hareketlerini
başlatan Avrupa, zamanın ruhuna inat özgün radikal kararlarla bu süreci kendi
lehlerine çevirmeyi başarabilmiştir Derebeylik düzeninden artı kiliselerin
baskısından bunalan insanlar duyarlı aydınların katkısıyla kültür, sanat ve
bilimle desteklenen halk hareketini başlatmıştır. Fransız İhtilali ile de bu
devam edip ete kemiğe bürünmüştür.
Avrupa toplumlarının değişim dönüşüm
sürecini etkileyen en temel unsurların başında matbaanın icat edilip aktif
kullanılması gelmektedir. Basın yayın işleri artmış gazete ve kitaplar ardı
ardına baskılar yaparak bilgi aktarımını sağlamıştır. Bu da bireylerin fikir
dünyasını etkilemeye düşünmeye ve gerekeni yapma noktasında örgütlemeye
götürmüştür. Günümüzle karşılaştırdığımızda; iletişim anlamında bu kadar ileri
boyutlara ulaşmamıza rağmen zamanın acımasızlığına, hatta sihirli atfedilen
gücüne rağmen neden değişim ve dönüşüm yeterli ve hızlı oranda olmuyor. Bu
durum belki de zihinlerimizi buna açık ve kapalı tutmakla alakalıdır.
Zihnin ve algı dünyamızın başkalarına
açmak noktasında korkular oluşturulmuştur. Bu tek başına gerçekleşen bir durum
olmadığı belirgindir. Dünyanın bir noktaya doğru evirilmesinde etkili olan güç
veya güçler, neyin nasıl olmasını istiyorsa ona yönelik alt yapı çalışması
yürütmektedir. Kişilerin ve toplumların bilinçaltına inilerek topyekûn
sürüleştirme projeleri üretmektedirler. Bunun yolu ise maliyeti olmayan inanç
ve geleneksel alışkanlıklar bütünüdür. Bu gibi somut olmayan değerler bütünü
somut gerçeklerin üstünü örtmeye her zaman muktedir olmuştur.
Günümüzün fikirsel anlayışında sorgulama
mantığı “Z Kuşağı” kavramıyla değişimin ve dönüşümün bir
adımı olarak görülebilir. Bu çerçevede hem hak, hem hukuk hem de değerler
bütünü olan inançlar ve geleneksel yapının birbirinden bağımsız şeyler
olmadığını bireylerin her ikisinden de taviz vermeden amasız, fakatsız, aslasız
mücadele verebileceği; birini tercih etmesi diğerinden vazgeçmesi anlamının
çıkmayacağını bilmesiyle doğrudan alakalıdır.
Belki de yeni neslin her alanda
kabullenmediği tavır budur. Her şeyin bir anda, aynı anda veya yan yana olması
neden mümkün olmayacağını sorgulamakla başlanmalıdır. Bireylerin ve toplumların
yüzyıllardır beklediği şey tam da budur. Yetinmek, görmezden gelmek bir
anlamda da taviz vermek değil midir? Kullanılmanın masum ifadesidir
aslında. “Neden olmasın?” “Neden erteleyelim ki?” sorusunu
sormayı, neden soramadık ve soramıyoruz?
Cevap arayabilmenin yegâne yolu ise doğru
soruyu bulmak veya düşünebilmekten geçiyor. Eğer doğru soruyu, doğru
yerde doğru kişilere sormayı becerebildik mi hayatımıza yol gösterecek adımı da
atmış olacağız. Korkutulan halk sorularını karnından sorduğu için
kimse duymaz. Gurultudan ibaret çıkan bu sesi ekmek ve makarnayla bastırmak
mümkün oluyor. Bu yüzden değil midir iktidarların, siyasilerin en korktuğu
kişiler, dürüst ve ilkeli gazetecilerdir. Onları satın almak ve korkutmak
çabası el altından yürütülmüyor değildir. Ve tabii ki başımızın tacı, cehaletin
korkulu rüyası FELSEFE. Yüzyıllardır soru sorma ilmini zirveye taşıyan
alan. Hangi ülkede bu ilim kısıtlanmış ve önemi yitirilmişse Felsefeden
uzaklaşan, uzaklaşmış her toplum köleleşmiştir.
İktidarların, devletlerin Felsefe bilimine
verdiği değer, o toplumun kültür, sanat ve bilimdeki gelişmişlik düzeyiyle aynı
oranda ilerlemekte veya gerilemektedir. Yönetmek bir sanattır. Bunun kolay ve
zor tarafları elbette vardır. Soran sorgulayan kitleleri yönetmekle, koyun
misali toplumları yönetmek arasında ciddi farklar vardır. Birinde yaptığın,
yapacağın her şeyin açıklamasını ve hesabını vermek zorunda kalırken diğerinde
cevap vermekten ziyade kabullendirmek, sindirmek ve bastırmak yolu tercih
edilir. Öfke ve şiddetin temelini ne oluşturuyor derseniz, verilecek doğru,
ilkeli ve evrensel boyutta geçerli bir cevabın olmayışı denebilir. Bu bir kaçma
biçimidir aslında. Toplumu yönetmek şiddet ve korkutma yoluyla da
yapılır; ikna ederek, değer vererek, mutlu ederek de. Bunun tercihi yöneten
kadar yönetilenlerin de tercihidir. Neyle ne oranda yetindiğinin bu
tercihle doğrudan ilişkisi vardır.
Bu mücadeleyi vermeyi göze alan birey ve
toplum cesur adımlar atmak zorundadır. Hiçbir iktidar elde ettiği gücü ve
değerleri keyfi olarak veya inandığı için paylaşma yoluna gitmemiştir. Bunun
için büyük bedeller ödenmiştir. Burada sayıca çoğunluk olmaktan ziyade inanmak
önemlidir.
Göze almak bir nevi açık olmaktır. Değişime gelişime alan açmaktır. İlber Ortaylı'nın “Değişmeyi, değiştirmeyi bileceksin. Konforundan vazgeçmeyi göze alacaksın. Kendi dünyanı yerinden kendin oynatacaksın. Bir insanın bittiği an, miskinliğe esir olduğu andır.” sözleri bizleri ürkütmemeli, en azından dürtmeli, o da olmuyorsa beynimizi gıdıklamalı, diye düşünüyorum. Hala tık yoksa için geçmiştir be kardeşimmm!

0 Yorumlar