William
Drummond
Varlığımızı sadece
düşünme yetisiyle tescillemek günümüz dünyasında eksik kalır. Bununla birlikte
iyi, doğru ve güzellik yaratmada direnmek var olmanın yeni yoludur. Düşünmenin
baskılandığı bir toplum düzeninde direnmek, varlık olgusunu tescilliyor.
Bazen düşündüğünü
zannetmek kadar düşünebildiğine inanmak da yanıltıcı olabiliyor. René Descartes'ın; “düşünüyorum öyleyse varım”ın,
ötesinde; “düşünüyorum ve düşüncelerimi ifade ederek, yaşama cesareti
gösterebiliyorum” noktasına taşımakla can bulur. Varlık kavramı saf
düşünmeden ibaret olmadığını anlamaktan geçiyor. İçselleştirilmemiş düşünceler
saklanmış hazinelerdir. Karanlık bir odada lambanın var olması karanlık için
endişeleneceği bir durum değildir. Ta ki onu yakacak bir el olana kadar. İşte
içimizde yanan aydınlık düşünceleri gün ışığına kavuşturacak şeylere gözümüzü
kapatmamak gerekiyor. Bir şeyleri biliyor ve düşünüyor olmamızın yaşama
dönüşmediği sürece tek başına bir anlamı yoktur.
Günümüzde Descartes’in aksine düşünmekten ziyade direnmek bir
nevi varlık göstergesidir. Bu da iki türlü karşımıza çıkabiliyor. İyiye,
güzele, doğruya ve gerçeklere karşı direnç; bir de baskılara, zulme,
bağnazlığa, cehalete karşı gösterilen direnç. Bu ikilem aynı zamanda
kime/kimlere karşı yapıldığıyla alakalıdır. Aslolan kendi varlığımızı ortaya
koyarken başkalarının algısında var olmaya çabaladığımızı görmezden
geldiğimizdir. Gerçek anlamda bizi var eden şey; ruhumuzu, duygularımızı ve de
düşüncelerimizi yaşayıp yaşamadığımızdır. Burada “SİSTEM” adını
verdiğimiz son derece masum görünümlü yedi başlı ejderhayla karşılaşıyoruz.
Şimdi bu canavar karşısında ya düşünmekle yetineceğiz ya da direneceğiz.
Hayatta karşılaştığımız bir çok problem vardır. Bunun analizini yaparak adımlar atıyoruz ya da atmıyoruz. Karşımızdaki canavarın gücü ve tutumu şekil almamızda etkilidir. Korkunun gölgesine sığındığımızda veya sahip olduğumuz konfor alanını kaybetme endişesiyle siniyoruz. Ve problem problem olmaktan çıkıyor. Carol Morgan’ın “Problem, sadece siz onun problem olduğunu düşünüyorsanız problemdir.” sözü, varlığımızı nasıl kabul ettiğimizle/ettirdiğimizle doğrudan alakalıdır. Çözmek istemekle istememek arasında sanıldığı gibi ince değil kalın bir çizgi vardır. Varlığımızı sorguladığımız alan tam da burasıdır. Neyim-Kimim? Koyun mu çoban mı olduğumuzu düşünürken çoban köpeğini hep göz ediyoruz. Oysa dayatılan sistemin üçlü sac ayağı hep bu şekilde oluşmuştur. İşleyen çarkının ya parçası olacaksın ya da haylazlık yapıp çomak sokacaksın. Buna göre damga hazırdır. Ya uyumlu ya aykırısınız; kabalaşmak gerekirse ya sistemlesiniz ya da delisiniz.
Günümüzde okumuş, aydın, bilim ve sanata emek vermiş veya öyle görülen nice insanın sistem içerisinde konumlandığı/konumlandırıldığı alan sınırlıdır. Maalesef kendilerine sağlanan sınırları çizilmiş konfor alanının cazibesi olması gereken değerler silsilesinden daha önemli görülmektedir. İşte karanlığa karşı uzanacak aydınlık ellerin saf çıkarcı yaklaşımla susması, sadece düşünmekle yetiniyor olması üzücüdür. Bir de hiçbir şey olmuyormuş, hatta yokmuş gibi davranılması kendi bencil tutumunun yansımasıdır. "Karakter tutulması" dediğim bu yaklaşım yoklukla eş değerdir. Bilmeliyiz ki anti demokratik sistemler yetinmeyi
dayatır. Yetinmek kavramı da düşünme yetisine vurulmuş en ağır prangadır.
Hayatımızın her alanına sirayet eden bu kavram; öğrenme yetisiyle birlikte
düşünme yetimizi de sınırlamaktadır. Buradaki asıl handikabımız bu durumu kendi
isteğimizle kabulleniyor olmamızdır. Karar verme ve kararlılığımızı devam ettirme
tutumu sekteye uğradıkça düşünme tembelliği başlar, akabinde duraklama ve
gerileme dönemine gireriz.
Karakterle konfor arasında sıkıştığımız noktada düşünmekle yetiniyoruz. "Gerileme dönemini konforla mı yoksa fikirle mi yaşamak isterim?" sorusu tercihimizi belirliyor. Sistemin istediği karakter tutulmasını tam da burada yaşıyoruz. Görüyoruz, okuyoruz, araştırıyoruz, görüyor ve biliyoruz... Tüm bunlara rağmen yine de düşünmekle yetiniyor olmak yoklukla açıklanabilir. Kişilik gelişiminde üstün gelen tarafımız beslediğimiz taraftır aslında. Mutluluğu sahip olduklarımızla mı yoksa sahip olmak istediklerimizle mi tadacağız. Bunu maddi unsurlar bağlamından ziyade ekonomik, ekolojik, sosyal, siyasal, etnik ve inanç boyutlarıyla da ele alarak değerlendirmek gerekiyor. Mutluluğu düşüncede yakalamak, belki de zor olan budur. Maddi mi manevi doyum mu? Her ikisi de mümkün mü? Biliyoruz ki düşüncelerin hareket noktası “mutlu olma” temeli üzerine inşa edilir. İnşa sürecinde bir mücadele yürütülür. Bu somut olarak eyleme ya dökülür ya dökülmez. Var olma boyutumuzun şekli şemaili de burada ortaya çıkıyor. Mutluluk mücadelemiz de iyiyle-kötünün, yanlışla-doğrunun, güzelle-çirkinin arasındadır. Hemen herkesin kendini iyi ve doğru görmesiyle karşısındaki kötü ve yanlış değerlendirmesi üzerinde şekilleniyor.
Düşünme yetimizin şekillendiren temel unsur sebep sonuç ilişkisi kurmadaki
yeteneklerimizdir. Bilgi ve tecrübe dediğimiz unsurlar bu noktada yadsınıyor.
Yanlış veya doğru anlamak/anlaşılmak paradigması niyetle birlikte çeşitli
sonuçlar doğuruyor. Çatışma alanlarının temelinde de bu üçü vardır. Biliyoruz
ki donanımsız düşünme faaliyetinin tek başına bir gücü ve etkisi yoktur.
Düşünme yetisi, içini dolduracak bilgi, tecrübe ve evrensel ahlaki değerlerle
işlendikçe uzlaşı sağlanabilir. Doğamız, nasıl ki kendi içerisinde bir mücadele
veriyor; insanoğlu da doğaya uyumlu olarak hem biyolojik hem sosyolojik hem de
psikolojik bağlamda kendi mücadelesini eyleme dökerek
vermelidir. Bunu sadece düşünerek yapıyor olmak ise sistemin
karakteriyle örtüşmektedir. Ve sistemin sesi kulaklarımızda çınlar: "Ne
mutlu deve kuşu tadında düşünüyorum diyene..."

0 Yorumlar