Zülfü Livaneli’nin kaleme aldığı ve 1993 Sivas Madımak katliamında
yitirdiğimiz Hasret Gültekin’in o eşsiz sesiyle kendimizi bulduk bu
türküde. Ezgisiyle birlikte bizi derinden etkileyen
sözleri, yaşama dair gerçekliğimizi sorgulamamızı sağlıyor. Bazen
unuttuğumuz duyguların, saf ve temiz fikirlerin bizde yer edinmesi için onlarca
kitap okunmasına gerek kalmaz. Okuduğumuz şiirde geçen bir dörtlük, izlediğimiz
filmdeki bir sahne bizi sarsmayı, hayatla yüzleşmemizi başarabiliyor. Bu
yüzden ara ara bu türküyü dinleyerek dış dünyada yaşadıklarımı iç dünyamda
gözden geçiriyorum. Biliyoruz ki mutluluk dediğimiz şeye ulaşmak tek başına
üstesinden gelebileceğimiz bir duygu değildir. Yaşadığımız, coğrafyadan tutun
da yaşadığımız toplum yapısıyla birlikte nasıl yönetildiğimizle de ilişkilidir.
Adına 'Hayat' dediğimiz şeyi o kadar küçümsedik ki
almak, vermek ve istemek paradoksuna indirgemiş durumdayız. Hayatımızı kısaca
nasıl yaşadığımızı ve yaşayacağımızı etkileyen temel yapının Devlet olduğu
gerçeğini pas geçmemeliyiz. Hemen her şeyin doğrudan olmasa da dolaylı da olsa
içerisinde olan bir yapıdan bahsediyorum. Devlet dediğimiz yapının içinde birey
olarak almak ve vermek dışında bir de istemek dediğimiz pek de ciddiye
alınmayan bir işlevimiz olduğunu neredeyse unuttuk. Bireyi beraberinde toplumu,
doğamızı mutlu edebilecek güzel şeyler istemek yönetimlerin sistem içerisinde
atacağı adımların belirlenmesinde çok etkilidir. Taleplerin yöneticiler
tarafından doğru ve haklı olarak mı yoksa zorlama yol ve yöntemlerle mi
karşılandığı veya ret edildiği önemlidir. İdeal devlet aklı vatandaşına uysal
olup onu koruyup kollamanın yanında şefkatle sararken kimisi de zamanla yedi
başlı ejderhaya dönüşüp baskı ve korku iklimi yaratır. Ejderhalar sadece almaya
odaklanır. Kepçeyle toplayıp kaşıkla dağıtır. Kimse gıkını çıkarmaya cesaret
edemez. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla mazlumun, haklının, garibanın tepesine
çöker. Kendine, güce tapan aristokrat ve onlara köle bir toplum yaratır. Bir
süre sonra her şeyin üstünde nitelenen bu yapıya hizmet etmek kutsanır hale
gelir. Devlet karşısında kendimizi aciz hissetmeye başlarız. Böylece olması gereken
temel hakları ve özgürlüklerimizi isteme duygularımız dahi törpülenir.
Verdikleriyle yetinmeyi onla mutlu olmayı öğreniriz.
Mutluluk dair anlayışımız sevgi ve korkmak ikilemi arasında şekillenir. Ya
gerçekten mutluyuz ya da öyleymiş gibi yaparız. Yaşadığımız toplumu ve yönetim
yapısını göz önüne alarak şapkamızı önümüze koymalıyız. İç dünyamızın sesini
türküyle (Bir insan ömrünü neye vermeli…) bir kez daha dinlemeliyiz. Mutlu
muyuz, değil miyiz? Ne istiyoruz, istemekten korkuyor muyuz? Çünkü korkularımız
algılarımızı etkiler. Korkunun yanında tedirgin olmak, endişelenmek de bizi biz
olmaktan, amaçlarımızdan, hedeflerimizden uzaklaştırır. Olmak istemediğimiz bir
hayatı yaşamak zorunda kalırız. Hayran kaldığımız, imrendiğimiz hayatlar
karşısında içleniriz. Önce kaderimize ağlar ardından günahlarımızı yüklediğimiz
feleğin anasına avradına sayar dururuz. Durmakla kalmaz bir de Şeytan’ı ayartır
kendimizi temize çıkarmanın yolunu ararız. Türkü biter iç sesimiz susar.
Devlet babamız/anamız bizi nasıl olsa görür, anlar diye düşünürüz. Kendi
duygusal yapımızı onun için de düşünürüz. Oysa devlette duygu olmaz.
Duygularıyla hareket eden bireyler kanun dışına çıkabilir ve devlet bunu
dizginler. Eşit, adil ve yasalar çerçevesinde günü ve geleceği yapılandırır.
Biz varız ve yaşıyoruz, kafa kâğıtlarımız cüzdanımızdadır. Varız ama görünüyor
muyuz? Hani bakmakla görmek arasında ince bir çizgi vardır ya hepimizin baktığı
bir manzarada gördüklerimiz aynı olsa da algılarımız farklıdır. Neyi ne kadar
anlatırsak anlatalım, anlattığımız her ne ise karşımızdakinin bizi anladığı
kadarızdır. Her şey herkes için aynı değildir. Etkilenme eşiğimiz geçmişimiz, tecrübelerimiz,
inançlarımız ve değerlerimiz dâhilindedir. Bunlar değiştikçe birbirimizi
anlama oranımız da düşüyor. Algı farklılığını dengeleyecek en önemli olgu da
empatidir. Empati dediğimiz olgu bireysel ve toplumsal alanda hak ettiği yerden
oldukça uzaktır. Algı eşiğimizi eşitleyecek olan bu muazzam bir değeri yok
saymakla insanlıkla aramıza mesafe koyduğumuzu fark edemiyoruz. İşte burada
dengeyi sağlayacak yapı devlet babamızdan/anamızdan başkası değildir. Bizim
aklımızla devlet aklı hiç bir zaman aynı olamaz. Ona yüklediğimiz misyon her
zaman en ideal olanı düşünüp yapmasıdır.
Bazen gülüp geçtiğimiz şey bir başkası için kabuk bağlamış yaraların
açılmasına sebeptir. Bizim doğrumuzun herkesin doğrusu olduğu, olması gerektiği
gerçeğini dayatma gereği duyarak değerlendirmeler yapıyoruz. Anında hâkim,
savcı cübbesini giyip asıp kesmeyi tercih ediyoruz. Bireylerin yaşadığı süreci
nasıl oluştuğunun kıymeti harbiyesinin olmadığını onu yargılayarak ortaya
koyuyoruz. Empati algımızı çeşitlendirmenin en kestirme yoludur. Çok boyutlu
algılayabilmenin temelini de düşünmek oluşturur. Bireyde olduğu gibi devlet
mekanizmasının da bir aklı vardır. Devlet aklı dediğimiz şey empati kurmaya
ihtiyaç bırakmayacak şekilde bireyi ve toplumu mutlu edebilen kanunları
düzenlemekle yükümlüdür. Empatiyi günlük yaşam içerisinde sadece bireyler
kurar. İlk Çağ filozoflarından Platon’un “Devlet Adamı” kitabında “ya devleti filozoflar
yönetmeli ya da devleti yönetenler filozoflaşmalı,” sözüyle devlet
yönetmede ne kadar hassas olunması gerektiğini vurgulamıştır.
İnsanların mutlu olması öyle hissetmesinde devlet, kendi rolünü
üstlenmelidir. Birey mi devlet için; devlet mi birey için vardır, sorusunun
cevabı nasıl yaşayacağımıza ve nasıl yönetileceğimize verdiğimiz yanıttır.
Devlet birey değildir. Komplike bir varlıktır. Çoklu yapıda aklı olan ve bunu
yürüten uzman organları vardır. Hataya veya yanlışa düşmeyecek şekilde kendini
inşa eder. Yaşadığımız, bağlı olduğumuz devlet anlayışı bunun neresinde? Münir
Özkul’un keyifle izlediğimiz “Bizim Aile” filminde geçen ve hepimizi derinden
etkileyen replikte ailesini korumak için despot patrona karşı söylediği “Sen mi büyüksün ben mi?
Ben büyüğüm Yaşar Usta…” sözleriyle Münir Özkul, gücü elinde bulunduran, sistemin aklını temsil
eden patrona karşı halktan, mazlumdan, haklıdan yana olan tutumunu izledik.
Yüce, kutsal olan nedir? Devlet midir, millet mi? Yoksa her ikisi de mi? Yaşar
Usta’nın mı yoksa patron mu yanındayız?
Devlet mekanizmasını oluşturan unsurlar toplum adına karar alır. İşte
burada nitelik ve liyakat vazgeçilmez olmak zorundadır.
Platon’un ‘kimler yönetmeli’ dediği şeyin karşılığı,
demokrasiyi benimsemiş liyakat sahibi yöneticilerdir aslında. Korkuyla terbiye
edilmiş, bilinci zayıflatılmış toplumlar çoğu zaman üç maymunu oynayarak gerçek
mutluluğun üstünü örtmeyi tercih edebiliyor. Oysa Platon’un ideal devletinde
amaç insanları yaşadıkları zaman dilimi içinde mutluluğa ulaştırmaktır. Bunun
gereğini yapma sorumluluğu asla bireyde değildir. İdeal
devlet, yönettiği toplumun mutluluğunu ertelemek veya ‘öbür dünya’
denilen sanal alana yönlendirmek gibi bir anlayışı asla benimseyemez. Devlet
aklı dediğimiz unsur neye sahip olduğunu her yönüyle bilen ve tanıyan bir
yapıya sahip olmalıdır. Toplumun yapısını ve ihtiyaçlarını kendi gerçekliği içinde
farkında olmalıdır. Var olanı yok sayma gibi bir yaklaşımla hareket ettiği
sürece saygınlığını yitirecektir. Önemli olan farklı duygu, düşünce ve
isteklere sahip insanların bulunduğu bir toplumu, mutluluğa kavuşturmak için
sistemli bir devlet düzeni kurmayı başarabilmektir. Büyüklük kavramı anlamak,
anlaşılmak, güven duymakla birlikte eşit edil ve demokratik yaklaşmakla
mümkündür.
Kendi toplum düzenimiz içinde çok da itibar etmeyip gururla ifade ettiğimiz
Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e hitaben ‘Ey oğul! İnsanı yaşat ki, devlet
yaşasın’ sözü ile ideal yönetim anlayışını benimsediğimizi vurguluyoruz.
Mevcut devlet aklımızın özelde her bireyin, genelde tüm toplumun ortak iyiliği
ve mutluluğu savunduğu yönündeki beyanlarıyla asıp kesmeye devam ettiğini görüyoruz.
Oysa bireye indirgenmiş hak veya özgürlük, insan onuruna yaraşır nitelikte ve
adil olduğu sürece devlet yapısı mutluluğa kapı aralamış olacaktır. Geri kalmış
sözde demokrasilerde ise devlet aklı olması gerekenin dışında işlemektedir.
Onlara göre farklı olmak tehlikelidir onları bir arada tutmak birlikte
yaşatmaya çalışmak mümkün olduğu kadar da zordur. Burada devlet kolayı tercih
ederek telafisi mümkün olmayan uygulamalar yapar. Bu işleyişi en iyi
anlatan kitapların başında “Hayvan Çiftliği” gelir. George Orwell'ın mecazi bir
dille yazılmış, fabl tarzındaki siyasi hiciv romanı devlet yönetmedeki algımızı
değiştirecek türdendir.
Thomas Hobbes’un siyaset felsefesi ele
alınırken “homo homini lupus” yani “insan insanın
kurdudur,” sözü enerjimizi birbirimizi harcamak veya
yok etmek üzerine kurmaktansa birlikte inşa etmenin yükselmenin formülü
üzerinde çalışılması hele de zeki insanlar için hiç de zor değildir. Günümüz dünyasında hemen hemen her ülkenin toplum yapısı heterojen hale
gelmiştir, bunu benimsemek ve kabullenmek zorundayız. Hani küresel dünya
dediğimiz bir olguda heterojen yani karışık halkların olduğu bir yapıda ulus
devlet anlayışı çıkarmaya çalışmak toplumu ayrıştırmaya sebep olacaktır. Bunda
ısrarlı davranmak modern çağın gereği olan demokratik işleyişi görmezden
gelmektir. Farklılıklar farklı ihtiyaçlar doğurur. Hem sermaye hem de sözde
demokrasiler farklılıkları zenginlik olarak ifade etse de yapılan kanun,
düzenleme ve uygulamalar onun hiç de öyle olmadığını gösterir. Tek
tipleştirerek yönetmek her zaman daha kolay olmuştur. Kuralların herkes için
aynı olması maliyet açısından da avantajı vardır. Bir beldede, okulda,
fabrikada farklı inançta veya etnik yapıda insanların olduğunu düşündüğümüzde
bunlara eşit olduğu kadar adil davranmakta oldukça zorlanılır. Bundan dolayıdır
ki demokrasiyi içselleştirebilmek oldukça zordur. Birey olarak sosyal hayat
içerisinde var olma savaşı verirken bir de devlet yapısı içinde yok sayılmanın,
değersizleştirilmenin yükünü nasıl taşıyacağımızı bilemiyorum. En
iyisi türkünün sesini açıp bir yerden başlamalıyız…
0 Yorumlar