FASIL-1

Hayat kavramı anlamı en çok ve en zor tarif edilen buna rağmen hala da tanımlandığı düşünülemeyen bir yapıya sahiptir. Öyle garip bir şey ki boşa koysak dolmuyor; doluya koysak almıyor cinsten.  Gelmişine geçmişine hatta geleceğine yedi düvel sövüp saymışsak da ne onla ne de onsuz yapabiliyoruz. Tüm zamanları kaplayan, kapsayan bir sihre sahip başka bir kelimenin türetildiğini düşünmüyorum. Adını koyamasak da iyiye, güzele, doğruya, aşka, sevgiye; bununla birlikte yalana, yanlışa, pisliğe, acıya, kedere dair de ne varsa her şeyi içine doldurduğumuz kime ne denk geleceği belli olmayan koca bir çuvaldır sırtımızda. Kurdu da kuşu da; yılanı da çıyanı da oradadır. Bildiğimiz bir masalın içinde olduğumuz; bilmediğimiz ise masalın nasıl biteceği…

Hayat için lazım olanlara karar vermekle yaşam döngümüz anlam kazanmaya başlıyor. Düşünüyoruz, hayalini kurduğumuz şeyler uğruna dalıyoruz çuvalın içine. İçi karanlık hiçbir şey göremiyoruz. Gün içinde defalarca deniyoruz şansımızı. Umduklarımız doğrultusunda bir şeyler çıkarsa ne mutlu, o zaman şükredip mutlu anların tadını bir süre de olsa çıkarabiliyoruz. Masal bu, sürprizlerle dolu derler. Gök gürler, şimşek çakar, fırtınalar kopar, koparır bizi hayattan. Hiçbiri uzak değildir. O yüzdendir hayatta kalmak kadar ayakta kalabilmeyi de becerebilmek gerekiyor.

Beklentilerimiz büyükse hayal kırıklıklarımızda o oranda oluyor. İki basit sorunun hayatımızdaki karşılığı rotamızı belirliyor. Hayattan ne istiyoruz, ne bekliyoruz ikileminin dışında  pek de müdahil olmadığını düşündüğümüz bir de o bize ne sunuyor,  kısmıdır. Bizim dışındaki canlıların algı dünyasında bu üçlemin pek bir karşılığı olmasa da bizim varlık sebebimizin tescilidir. Onlar için yeme, içme, çoğalma, uykuyla birlikte hayatta kalma refleksi üzerinden yaşam şekillenir. Bu durum düşünmeyen, sorgulamadan aciz insanlar için de aynıdır. 

“Düşünüyorum öyleyse varım.” diyenler için durum aptallara oranla daha da zor ve karmaşık bir hal alıyor. Binlerce yıllık tecrübe, on binlerce yazılmış kitap, yaşamın gizemini çözmeye muktedir olamamıştır. Arayış içinde olmak her zaman risk teşkil etse de zeki insanlar için bulunmaya adanmış bir hazinedir. Tıpkı bilmeceler gibi değil mi? İpuçlarıyla dolu bir sistem ve içinde az çok kafası çalışan bir canlı türü. Belki de bu bilmeceyi masalın içinde arayıp bulmamız isteniyor. 

İyiyi, doğruyu, güzeli yaşama veya yaşatma adına hareket edenler için hayatın biyolojik ihtiyaçlardan öte duygusal ve düşünsel bir karşılığı vardır. Buradan hareketle de bin bir çeşit ideolojik ve inanç yaklaşımları ortaya çıkarmıştır. Belki de hayatın çekilmez veya karmaşık hale gelmesi bu yüzdendir. Düzen ve denge adına yapılan her şey hayatımızın bir kısmını oluştururken bir de her şey zıddıyla var olduğu ve anlam kazandığı düşünülürse diğer kısmını oluşturan kargaşa, kaos, anarşi, savaş ve cümle kötülükler de hayatımızdadır. Bu da dünya düzeninin bize dayattığı, istesek de istemesek de görmezden gelsek de hem maddi hem de manevi algımızda var olan gerçeğimizdir. Kimi zaman bilerek kimi zaman da farkında olmadan tüm savaşımızı bunun üzerine verdiğimizi düşünüyorum. İyilerle kötülerin; güzelliklerle çirkinliklerin; barış ile savaşın; nefretle sevginin; acıyla mutluluğun arasında pinpon topu gibi gidip geliyoruz.  

Hayat dediğimiz şeyin bir köşesi olsa belki de tutunacağız ucundan. Öyle yusyuvarlak bir halde ki neresinden tutsak/tutmaya çalışsak elimizden kayıp gidiyor. Kimlerin hayata tutunma adına ne mücadele verdiği bin yıllardır gözlenmiş tarihin tozlu raflarında yerini almıştır. Adı sanı kalanlara da ne mutlu desek de hayatımızın dört dörtlük olmasını beklemek de pek inandırıcı değil. Olabildiği ölçüde esnek olmamız gereken bu alan aslında ‘gri’dir. Ne siyahtır ne beyaz, ne sarı ne kırmızı ne de yeşildir. İçimizde ise hep bir gökkuşağının hayali olsa da kendi gerçeğimiz gri kalmaya devam edecek gibi görünüyor.

Biliyorum biz onu tutamıyoruz da acaba o mu bizi tutuyor belli değil. Sanki sürüklenip gidiyoruz rüzgârında. Artık ne koparabilirsek hayattan, demenin peşinde miyiz nedir, kapılmışız sağa sola savruluyoruz. Yarınımızın ne göstereceğini biliyor zannederek. Hayatın bizle var olduğunu sansak da biz olmadan da devam edeceğini biliyoruz. Onun minnacık bir parçasıyız aslında. Belki de kendimizi olduğumuzdan çok fazla önemsiyoruz. Bize biçilen ömrün, dünyamızın zaman makinesinde esamesi okunmadığını anlamak istemiyoruz. İnsan fikirleriyle, yaptıklarıyla var oluyormuş meğer diğer türlü maddeden farkı olmayan ve zamanla yok olcaak bir hiçten ibaretmişiz. Büyüklerin 'toprak olmak' dediği şey tam da buymuş. 

Hep hayatın bize çok şey kazandırdığını düşünürüz.  En kötü tecrübe kazandırdı deyip işin içinden çıkıyoruz. Yoksa biz mi hayatımızı kazanıyoruz? Vermeden aldığımızı düşündüğümüz neler var mesela; havayı, suyu, güneşi, doğanın bize bahşettikleri bedava değil mi? Peki ya şimdi çalışmadan, paramız, sağlığımız olmadan alamadığımızı ve alamayacağımız ne çok şeyin olduğuyla yüzleşiyoruz. Şimdi yaşamak için ne lazım? Sağlık mı, tabii ki; ya para, olmazsa olmazımız; zaman dersen en önemlisi o zaten. Mücadelemiz bunlar içinde merkeze neyi koyduğumuzla şekillenecektir. 

Hayattan alacaklı mı, verecekli olacağımızı zaman gösterecektir. Hayatın hesabını günün mü, yılın mı, yoksa ömrün sonunda mı yapacağımızı kendimiz belirleyeceğiz. Dönüp geriye baktığımızda pişmanlıklarımızın ya da mutluluğun gözyaşlarıyla ayrılacağız hayattan. Gözümüzün arkada kalıp kalmayacağı ne zaman belli olur bilinmese de hayatın acı reçetesi herkese yazılmıştır. Hayat içinde bizim de olduğumuz bir sahne gibi, senaryosu yazılmış, dekoru yerleştirilmiş bu sahnede bizler başrol oynadığını zanneden figüranlar ibaretiz gibi görünüyor. Musa Eroğlu geçmişte çok söylediği güzel ve anlamlı bir  türküsü vardı, günümüzde pek popüler olmasa da hissettirdiği duygular hayatımıza anlam katacak türdendir. Bu dörtlük derinliğini anlamamıza kafi gelecektir.

"Geçtim dünya üzerinden, ömür bir nefes derindenBak feleğin çemberinden yolun sonu görünüyorEzrailin gelir kendi, ne ağa der ne efendiSayılı günler tükendi yolun sonu görünüyor"

Yolun sonu belli de, gelmişiz dünyaya bir kere, biraz bu yaşama anlam katmaya ne dersin “Eyyy yarının ölüleri olan bizler!” Kaçınılmaz sondan hepimiz haberdar olsak da neden bilmezden gelmeyi tercih ediyoruz ki. Nerede, hangi milletten, hangi renkten, hangi dilde ve inançta doğmak istediğimiz sorulmamış olsa da yaşayacağız bu hayatı. Bir de şairlerin, yazarların, ozanların, ressamların, cümle sanat ve sanatçıların gözüyle bakamasak da hayata; en azından kırıntılarından ilham alabilecek hale gelebilseydik. Bakın Şair Melih Cevdet ANDAY bir şiirinde yaşamayı ne kadar sade, duru ve içten anlatmış;

 “Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
Dostuna güveniyorsan
İyi günler bekliyorsan hele
İyi günlere inanıyorsan
Üstelik hava da güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu,”

Artık hayatımızdan ne kadar süre kaldıysa veya Tanrı, Allah, Huda kime ne kadar süre bahşettiyse yaşamak gerekiyor… Yaşayalım yaşamasına da kuru kuruya mı geçsin bir ömür. Hayatın neresinden başladıysak orda mı kalalım yani. Güzel bir o kadar da dolu geçmesin mi? Beynimizin bir yerlerinde örümceklerin yuva yapmadığı ufak da olsa bir alan kalmadı mı, dersiniz. Yoksa umutsuz vaka dedikleri bir noktaya mı geldik?  Aman Allah'ım! “Ben ne yapıyorum arkadaş, nereye gidiyorum? Hayallerimin, umutlarımın peşinde miyim yoksa biriktirdiğim pişmanlıklara sarılmış keşkelerin dünyasında sürünüyor muyum? Sorular kemirsede beynimizi her birinden olabildiğince uzaklara kaçıyoruz. Bir gün yakalanacağımızı bilsek de masallara inanmayı tercih ediyoruz.

İnsanız hani zekiyiz de denebilir. Geriye dönüp baktığımızda nerede ne yaptım demek gerekiyor bazen.  Kazanmakla kaybetmenin muhakemesini yapmak gerekiyor elimizde ne kaldıysa artık. Değişmek, ayak uydurmak, direnmek çizilecek rotamız için gerekli olsa da daha önemlisi harekete geçip geçmemekteki kararlılığımızdır. Bu soru işareti ne zaman ki beyninizi tırmalaya başladı, iyi bir şeylerin tohumu atılmış demektir. Sulamak, bakmak, büyütmek de onu kurutmak da artık elimizdedir. Bu da neye ne oranda değer verdiğimizle kendini gösterecektir. Kendi varlığımıza verdiğimiz değerin tescili de bu şekilde ortaya çıkacaktır.

Biliyoruz ki doğadaki varlıklar tek başına bir maddeden, cisimden ibarettir. Ona yüklediğimiz anlam kadar değer kazanıyor. Doğadaki altın madenine insan dışında değer veren başka canlı var mıdır? Bildiğimiz bir şey var ki hayata/hayatımıza dair ne varsa bizimle anlam kazandığıdır. Bu yabana atılamayacak ölçüde önemlidir. Bu anlamda değişimin ön adımı okumak, bilmek, farkına varmaktır. İkinci belki de en önemli adım ise harekete geçme cesaretini gösterebilmektir. 

Mademki gelmişiz yaşamaya, herkes gibi karanlık odadan şikâyet etmektense lambanın düğmesine neden basamadığımızı düşünmeliyiz. Bunu nedenlerini sorgulamaktansa etrafımızdaki korkaklarla birlikte ışığı açanları kuvvetlice alkışlamayı, arkasından “Vayy be!..”  güzellemeleri yapmayı severiz. Işığı açan kapıdan çıkmıştır artık. Geride kalan korkaklar kulübünün umutsuz vakaları karanlıkta kalmaya mahkûmdur.

Hayatımızı gri olmaktan çıkarıp daha renkli hale getirebilmek kendimizi kimlerle, nerede konumlandıracağımızla doğrudan ilgilidir. Bataklık içerisinde huzuru bulmanın veya orada aramanın ısrarından vazgeçtiğimiz ölçüde gökkuşağını fark edeceğiz. Kafamızı kumdan çıkarıp etrafımızda neler olduğunu görmek için at gözlüğünü de atmak gerekir. Hayata dair milyonlarca kitabın, kültür ve sanat ürünlerinin önümüze serildiğini görebileceğiz. Mutluluk arayışındaki çözümünü kendi dışımızda aramak kadar bir Süpermen’in gelip bizi kurtarmasını beklemek ahmaklığın ağına düşmektir. Emeklilikle konfor hayatımızı elde edeceğimize olan inancımızla beklentiler ve hayallerimizi ertelemek “yaşadığımız anı” kaçırmanın adıdır. Oysa çok da umursamadığımız ‘anlarımız’ yaşamın ta kendisidir.

 Lev Nikolayeviç Tolstoy'un “İnsan Ne ile Yaşar” kitabında şöyle geçer; “şunu unutmayın, önemli olan tek bir an vardır o da şimdi'dir. En önemli an şu andır çünkü bir tek ona sözümüz geçer." Hayatı şu an kontrol edebilmekteyiz, geçmişi değiştirme şansımız olmadığı gibi geleceğin de ne göstereceğini tahmin etme dışında bir yetimiz yoktur. 

Hayat dediğimiz bir anlamda anı yaşamaktan ibarettir. Ne öncesi ne de sonrası için çırpınmak, karalar bağlamak, planlar yapmak Don Kişot’un yel değirmenleriyle savaşmasına benzer. Kendimizi pembe hayallerin sihrine kaptırıp gençliğimizi, en verimli çağımızı yaşamak yerine iliklerimize kadar sömüren bir sistemin çalışma koşullarına mahkûm ederek çürütüyoruz. Ne zaman ki hayal ve umut satan bu düzenin figüranı olmaktan kurtulduğumuzda değişim başlayacaktır.  

Kendimizi değiştirmeye başladığımız andan itibaren dünyanın değişebileceğine inancımız da artacaktır. Eğer güçlü bir irademiz varsa saplantılarımızdan ve saplandığımız bataklıklardan uzaklaşıp başka dünyalara koşabilecek inancımızda oluşacaktır. İşte bunun adına umut diyoruz. Belki de bizi ayakta tutan dinsel inançlar dışındaki tek ve en etkili kavram bu diyebiliriz. Belki de hayat dediğimiz şey bu ikisi arasından fırsatını yakalayıp da kaçırdıklarımızın toplamıdır. O nehir misali akarken insana dair olanları içinden çekip aldığımız oranda yaşamımız anlam kazanıyor. 

Hayat sadece bu değildir elbette; milyar yaşındaki dünyamızın milyarlarca insanın süzgecinden geçmiştir. Bu yüzden hayatın anlamı da tanımı da sonsuzdur. Onlarca yüzlerce binlerce tanımı yapılsa da bir kalıba girdiği söylenemez. Hayat bildiklerimiz kadardır, demiş büyüklerimiz. Hani hayatında fil görmeyen kişileri toplayıp gözleri bağlamışlar. Onlara filin bir tarafını tutturup onun neye benzediğini sormuşlar. Herkes fili kendine göre tanımlamış. Filin kulağını tutan yelpaze; ayağına dokunan duvar, kuyruğundan tutan kamçı demiş. Hayatın anlamı da bizdeki değeri de bildiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuzla birlikte hayallerimizle sınırlıdır. 

Şüphe yok ki milyarlarca insan aklı, fikri, bilgisi, enerjisi ölçüsünde bu yaşam pınarından alır/almaya devam eder. Kimi bir damlasında fırtınalar koparır, kimi derinliğinde boğulup kaybolup gider. Kimisi maceradan maceraya atılıp tadını çıkarır. Kimi bir tas suyunu alıp yetinmenin kutsiyetiyle teselli olur. Kimi de Samed Behrengi’nin herkesin okuması gerektiği öyküsü “Küçük Kara Balık” olup denizlere ulaşmanın hayalini kurmakla kalmaz harekete geçer.

Bir zamanlar piyangonun popüler olduğu dönemler vardı. Çoğumuz büyük ikramiye hayalini kurardık. Bu hayali kurabilmenin ön şartı ve en önemlisi bir bilet almaktan geçiyor. Hayat da buna benzer adım attığımız oranda karşılık bulabildiğimiz bir olgudur. Olası riskleri olsa da en azından hayal kurabilmenin hazzını kısa süre de olsa yaşamak güzeldir. Hiç risk almayıp da “Komşuda pişer bize de düşer,” havasıyla yolunu bulmaya çalışanlar için de yapacak pek bir şey yoktur.

Birazda hayat denilen bu meşakkatli yolda nelerle kimle/kimlerle karşılaştığımız, karşılaşacağımızın bilinmezliği üzerinden ilerliyoruz. Hayatın en beğendiğim yanı ise onu sürprizleriyle seviyor olmamızdır. O ihtimallerin hesabıyla gelişiyoruz matematiğimiz. Umutlar, hala atacak bir adımımızın olma ihtimali üzerine çiçekleniyor. Üzerinde arıların bal yapacağını düşünsek de sinekler, sivrisineklerin de kol gezdiğini görmek gerekiyor. Bu dünyada yalnız değiliz hem de hiçbirimiz yaşamak ve yaşatmak şiarıyla yapıyor olsak da savaşlarımızı yine de ölümün o soğuk yüzüyle yüzleşeceğiz. 

Her şeye rağmen hele de kafamız iyiyken kendimizle yüzleştiğimiz samimi zamanlar olmuyor değil. Tam günahlarımızdan, yanlışlarımızdan, pişmanlıklarımızdan sıyrıldık derken içimizde bizi dürten, haykıran bir ses duyarız. Uyuyamayız, gecelerimiz gündüz olur. İçimiz içimize sığmaz. Öyle derinden hissederiz ki kimseler içimizde kopan fırtınanın farkına varmaz. Oyun içinde oyun oynadığımızı görürüz. Hayatın kuralları dayatmaları sıradanlığı boğar bizi, sıkar boğazımızı. En sevdiklerimiz, en yakınlarımız bile anamızdan emdiğimiz sütü boğazımızdan getirir. Ter içinde uyanırız, bildiğimiz tüm lanetleri okuruz kaderin suratına. Göz yaşlarımız içimize akar. Kol kırılsa da yen içinde çekeriz acımızı.

Oysa insan dünyaya sesi çıksın diye gelmiştir. Bu da kendimize ne oranda samimi yaklaşıp önemsediğimizle bağdaşabilecek bir durumdur. Ya aslan olup kükrememizle ormanda varlığımızı duyuracağız ya da fareler gibi saklanacak delik arayacağız. Hayatın içinde nasıl var olduğumuzun en açık göstergesi de bu olacaktır. Kimin sesi çok çıkar/çıkıyor/çıkmalı. Bizi sınırlayan unsurların ne oranda doğruluk kadar haklılık payı olduğunun hesabını yine o oranda yapıyoruz. Piyon olmakla olmamak arasında yaptığımız tercih aynı zamanda hayatımızın anlamına tekabül ediyor. Doğmakla birlikte hayatta kalma mücadelemiz başlar, sonra da nasıl ayakta kalabilirizin derdi?.. Biliyoruz ki;

“… hayat yorar insanı,
Şarkılar yorar,
Beklemek yorar,
Özlemek yorar,
Affetmek yorar,
Hoş görmek yorar,
Boş vermek bile yorar,
Ve insan susar,
Her şeye, herkese rağmen,
Elinden gelen tek şeyi yapar,
Bağıra bağıra susar,”

Can Yücel’in bu kısa şiiri uzun bir yolculuğa çıkartıyor okuyanı. Evet, yoruluyoruz; yorulduğumuz yerde bir soluklanmak gerekir bazen. Geçmişimizle geleceğimiz arasındaki köprü olsa zaman, dönüp de geriye bakmayı hatırlatmalı bize. Yaşanmışlıkları düşünüp sonraki gitmeleri şekillendirmeli. Durmak, soluklanmak işe yaramalı bir anlamda, rehberlik etmeli kalan ömrümüze. Tecrübe adı ne güzel de yakışıyor yaşananlara. Bunun yanı başındaki cehalet de bilmek, sormak, araştırmak kadar yaşananlardan ders almakla törpülenir. Yine biliyoruz ki her şeye rağmen acılara tutunarak ilerlemek kaderciliğe kapı aralamaktır. Sormak lazım öbür dünyanın cenneti için cehennemi yaşamak mıdır payımıza düşen... 

Bir varmış bir yokmuş durmakla değişmezmiş hiçbir şey. Kendi yazdığımız senaryonun başrolünü kendimize yazmadıkça hayatta hep kaybeden olacağız gibi duruyor. Buna rağmen kazananlara bakıp ya mucizeler bekleyeceğiz ya da kaybetmenin kaderin oyunu deyip kaybedenler kulübüne gireceğiz.  Belki o zaman hayat denilen şey insafa gelip bizi yormayacaktır…