Karl Marx, “Yoksulluk bilinci kitleleri harekete geçirir.” “Zalim halkı yoksullaştır, şeyhi ise onların gözlerini kapatır.” Onun felsefesinde, kapitalizmin hiçbir şeyi kutsal bırakmadığı yer almaktadır. Günümüzdeki üçüncü sınıf demokrasilerde benzer örnekler hat safhadadır. Halkın gözü sürekli perdelenmektedir. Bu perdeyi birçok inanç yapılanması, dernek-vakıf adları altında sözde sivil toplum, partiler, kültür, sanat ve basın örgütleri yapmaktadır.
Hani her yıl asgari ücretliler için iki yılda bir de memur ve
emekliler için bir tiyatro sahnelenir. Milyonların gözü kulağı bu sahnededir.
Karşılıklı oturan iki grup ve arada ne şişin ne de kebabın yanmasını önleyecek
adil mi adil, tarafsız mı tarafsız, kimseden talimat almayan ülkenin yerli ve
milli menfaatlarını düşünen(?) hükümet yetkilileri. Referans alınan şey ise
TUİK’in ipe sapa gelmez verileri ve hayal ürünü ön görüleri. Hükümetin ve
sermayenin kapalı kapılar arkasındaki işbirliği neticesinde ortaya nasıl bir
tablo çıkması gerekiyorsa o çıkıyor. Buradan halkın, emekçinin, emeklinin,
memurun alın terinin karşılığı olan insanca yaşayacak bir ücretin
belirlenmesini beklemek kendimizi kandırmaktır. Zeki insanları buna inandırmak ise çıkarı olmadıkça pek mümkün değildir.
Bu tiyatroyu bilet almadan bedava izleyen milyonlar, sahnenin
sonunda yapılan bilindik ajitasyon söylemleriyle gözyaşları eşliğinde salondan,
televizyon ekranlardan ayrılırlar. Bu durum hayal kırıklığı yaratsa da
çoğunluğun dilinde “En azından yiyecek bir ekmeğimiz var, ya o da olmasaydı…” diyerekten kendini tedavi etmeye başlıyor.
Ardından sabır, şükür ve dualarla oluşan tabloyu kutsamaya başlar; ta ki bir
sonraki yıla kadar. O zamana kadar köprünün altında çok suların akacağının
farkındadır. Üzücü olan taraf ise o suda can çekişeceğini bilmesidir.
Bu tablodan, çıkan karalardan rahatsız olan kimi duyarlı insanlar,
sendikalar, partiler, sivil toplum örgütleri vardır. Günümüzde etkileri
zayıflamış gibi görünse de acaba bir şeyler yapabilir miyiz, bir şeyler değişir
mi, en azından sesimizi duyuralım, çabasıyla hareket etmeye devam ediyorlar. Ne
oranda karşılık bulduğu yaptırıma dönüştüğü tartışılsa da hiç olmamasından
yeğdir.
Toplumsal yapı gereği apartmanlarda, sokaklarda, parklarda,
iş hayatında hep yan yana olmayı birlikte çalışmayı getiriyor. Bunun sosyolojik
karşılığı haksızlık, yolsuzluk, hırsızlık, emek sömürüsü karşısında da örgütlü,
birlikte ve dayanışma içinde mücadele etmeyi gerektirir. Aynı kazanımlar için
birliktelik ve dayanışma güç oluşturur. Peki, hayat içerisinde olanla olması
gereken birbiriyle tutarlı mı, hele de Türkiye’de… Söz konusu ortak değerlerin arkasında gizli
anlaşmalar, ideolojik çıkarlar, koltuk sevdalısı egoist manyaklar olduğunda
ortalık arapsaçına dönebiliyor. Böyle durumlarda en yakınımızdakiler için bile
‘Gölge etmesin başka ihsan istemem,’ deme noktasına geliyoruz.
Oysa tüm emekçiler aynı yağmurun altında ıslanıyor. Hiçbirinde ne
şemsiye ne de şemsiye alacak para var; yok üstüne yokluk. Üstelik çalışmamıza
rağmen… Filmin sonunda herkes hasta olacak. İktidar ve şemsiyeliler yağmurun
kutsallığından bahsedecek, ıslanmanın bereketinden, kendilerine nasip
olmamasından dem vuracak. Fedakârlıkları karşısında üzüleceğiz bile. Daha fazla
ıslanmak için çabalayacağız.
İş, aş, ekmek sömürüsü karşısında nasıl oluyor da bu kadar farklı etkileniyoruz değil mi? Yan yana mı yoksa farklı gezegenlerde farklı hayatlar mı sürüyoruz? Yaşam kalitemiz, hayallerimiz, çocuklarımıza yeşertilen umutlar, çoğunluk için çalışmakla, emekle, alın teriyle mümkündür. Bunun dışındaki kazançlar gayrı ahlaki yol ve yöntemlerle elde edilmektedir. Madem namuslu kazanıyoruz neden insanca yaşamak için ihtiyacımız olan haklarımızı alamıyoruz. İktidarlar, sermaye sahipleri kodamanlar karşısında emeğiyle, alın teriyle çalışanların, emekli olanların insana yakışır şekilde yaşama isteklerinin pazarlık yapılması namuslu herkesi utandırmalıdır. Söz konusu odakların emekçiye hak gördüğü üç kuruşu bir lütuf olarak gösterme çabaları aymazlıktan öte halkın aklıyla dalga geçtiklerini göstermektedir.
Voltaire’nin de dediği gibi, “Para konusuna gelindiğinde
herkes aynı dindendir.” Bilmiyormuş gibi yapsak da kapitalist sistemin
işleyişi sömürü düzeni üzerine kuruludur. Din, inanç, ilkeler, sanata edebiyata
dair ne varsa hatta insani ilişkiler dahi kar araçlarına dönüşür. Saf,
eğitimsiz ve biat anlayışıyla yetiştirilen kitleler; birincisi asla
kandırıldığını düşünmez, ikincisi iktidarla ve onun güç birliği yaptıklarıyla
mücadele edecek kadar cesur olmadığını bildiğinden ya kendi kabuğuna çekilir, ya
da sermayeyle birlik olup ona değnekçilik yapar.
Bunlarla birlikte olmayıp da arada kalmayı yani gri olmayı
tercih eden, hem öyle hem böyle olanlar ne olduğu ne dediği belli olmayan karnından
konuşan rengi belli belirsiz olan bu tipitipler emek mücadelesine daha fazla
zarar vermektedir. Güven endeksleri oldukça düşük olan bu kesim için Selahattin Batu çok güzel söylemiş: “Kararsız, ürkek, çekingen, mızmız
insanlar vardır. Bunlar ne iyi, ne kötüdürler. Ne hayra ne şerre yararlar;
kokmaz, bulaşmazlar. Belli bir sıcaklıkları olmayan ılımlılardır bunlar, insanı
kızdırır, tedirgin eder, hatta delirtebilirler. Omuzlarından tutmak, itmek,
sarsmak isteriz böylelerini! Çünkü konuşmaları gerekirken susarlar, yürümeleri
gerekirken dururlar ya da susmakla konuşmak, durmakla yürümek arasında
sallanırlar. Yargı güçleri yoktur sanki iyi diyemezler, kötü diyemezler, çirkin
diyemezler, bir hayır ya da evet sözü çıkmaz ağızlarından. Oysaki en büyük
hürlüğümüz budur bizim: Bir evet ya da hayır diyebilmek…”
İşte bahaneler, gerekçeler üreterek kendini
temiz çıkarmaya çalışan tipler her zaman yakınımızda olacaklardır. Bunlar
umutsuz vaka dediğimiz türe girenlerdir. Bazılar yere zamana ve konjonktüre
göre deri de değiştirebilmektedirler. Bunların evrim süreci çok hızlı
gerçekleşmektedir. Bir bakmışsın senden daha sen; bir bakmışız benden daha ben
oluvermiş. Hayretle izler, dilini ısırırsın. Yeri gelir kendi mücadele enerjinden
utanır hale gelirsin. Vay be, ne kadar da ön yargılıymışım der utanırsın!
İşçiler, köylüler, memurlar, esnaflar, emekliler, gündelik
işlerde az çok iş bulup da geçinmeye çalışanlar; Alınan kararlar ve ücret
politikası hemen herkesi doğrudan etkiliyor. 2025 yılında 2024 yılında olduğu
gibi alın teriyle çalışanları değersizleştiren birilerine muhtaç edip boyun
bükmelerine sebep olacak; bununla birlikte toplumun zekâ seviyesiyle dalga
geçen bir ücret artışı gerçekleşmiştir. Bilimden, ülke gerçeklerinden, sokakta
olup bitenden uzak talimatla istatistik oluşturan ülkenin sözde bağımsız
istatistik kurumu TUİK, ben onun verileriyle adım atarım, ona göre zam yaparım
diyen ağa babası hükümetle aynı tiyatro sahnesinde acıklı senaryolarla milleti
ağlatmaya devam ediyor.
Bu danışıklı dayanışmayla oluşan gülünç zam karşısında yeniden
açlığı, sefaleti yücelten tacirler, bezirgânlar devreye girmiştir/girecektir. Bu
milletin her şeyi sindirebilme yetisine güvenip karnımızı milli ve maneviyat
söylemleriyle doyuracaklardır. Kulaklarımızda nefsi terbiye etmenin ilacı olan
vatan, millet ve Sakarya’yla birlikte duaların sesi çınlayacaktır.
Zeki olduğunu düşündüğümüz, en azından dört işlemi bilen
duyarlı tüm emekçiler, işçiler,
köylüler, memurları emekliler, esnaflar TUİK’in değil de ekonominin
gerçeklerini yansıtan rakamlardan hiç de uzak değiller. Günlük yaşantılarında
geliriyle gideri arasındaki uçurumu fark etmemesi mümkün değildir. Temel ölçüt
makul olan insan gibi, kimseye el avuç açmadan, yalvarmadan, pazarlık yapmadan
kaliteli hizmet alıp yaşamaktır. Bunun için birlikte olmanın, dayanışma
içerisinde olmanın önünde hiçbir engel yoktur. Bilmeliyiz ki fakirliğin,
açlığın, haksızlığın, emek sömürüsünün ne dini, ne iman, ne de ideolojisi
vardır. Ayrıştırıcı ideolojik politikalar; emek hırsızlığının, rantın, ben
yaptım olduların, üstünü kapatan ipekten örtülerdir. Böl, parçala, yut
üçleminin kutsallaştırılan yumuşak yüzleridir.
İktidarların, belediyelerin, güçlü sermaye yapılarından
şirketler, holdingler emekçinin, fakirin fukaranın ağzına bir parmak bal
çaldığı, manevi iradesine zircir vurduğu sosyal yardımlar sayesinde hem kendini
temize çıkarmayı hem de yandaş yapılar türeterek emekçilerin kendi içinde
ayrışma ve kırılma yaratmayı başarıyor. Oysa hakkını alabilen çalışanlar,
emekliler kimsenin acımasına, vicdanını rahatlatmasına ihtiyaç
hissetmeyecektir.
Gözümüzün önünde hem de gözümüze soka soka yapılan emek
hırsızlığını görmezden gelen, hiçbir şey olmamış gibi yaşamına devam eden, çoğu
şeyi fark edip de üç maymunu oynayan bir kesim hep vardı, yine olacaktır. Bu tipler
duyarlı emekçilerin ortak mücadelesinde grev kırıcı, iktidara çanak tutan çıkarcı,
yalaka tavırlarıyla her şeyi güllük gülistanlık göstereceklerdir. Bununla
yetinmeyip korku iklimi yaratarak sindirmeye, pısırıklaştırmaya çalışacaklardır.
Hiçbir iktidar emekçisinin haline
acıyarak hakkı olanı vermez. Bir gün insafa gelip vereceklerini düşünmek
saflıktan öte bir durumdur. Tüm emekçiler hakkı olanı almakta kararlı olmadıkça
iktidarın, sermayenin gözünde “hava cıva” olarak kalacaktır.
0 Yorumlar