Ne ölmek istiyoruz ne de tam anlamıyla
yaşamak; bir ömür Araf’ta geçer…
İnsan, diğer
canlılardan farklı olarak öğrenip gelişti, hayatı kolaylaştırmak için bilgi
üretti. Bu bilgi ve deneyimi binlerce yıl disiplinle kullanıp bugüne taşıdı.
Ancak bugün geldiğimiz noktada, ekolojik açıdan gerileyen bir dünya ve insan
ilişkileri bağlamında kaosa sürüklenen bir düzen var.
Yenidünya
düzeninde insanlar, ekosistemden uzaklaşarak konfor uğruna yapay bir paralel
evren yarattı. Gerçek ile sanal arasında sıkışan insanlık, binlerce yıllık
mücadelesini düzene kavuşturamadı. Bugün, sayısız kural, inanç ve yasanın
yanında kaotik bir ortam hâkim. Ulusal ve uluslararası yasalar ya da doğanın
kendi döngüsü bile bu karmaşayı çözmeye yetmedi. Bu durum hem bireylerin kendi
gerçeği hem de toplumların birbirleriyle ilişkisi için geçerli. Dünya düzenli
gibi görünse de aslında düzensizliklerle dolu.
Bugüne kadar
dünya üzerinde öğrendiklerimiz; umutlarımızı, hayallerimizi ve beklentilerimizi
şekillendirdi. Tüm diğer canlılar ve cansız varlıklar gibi biz de fiziksel
olarak bir yer kaplıyoruz. Ancak bunun ötesinde, kendi iç dinamikleriyle
sürekli değişim gösteren karmaşık bir duygu dünyamız var. İyi-kötü,
güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi kavramlarla dört mevsimi aynı anda yaşayan
hislerimiz, bu dünyanın baş döndürücü bir parçası.
"Bu
dünya yalnızca benim için yaratılmış" düşüncesiyle hareket ederek etki
alanımızı genişletme çabası içindeyiz. Ancak içimizde tutuşan daha fazlasına
sahip olma arzusunun şişirdiği bu dünya, toplumların olması gereken doğal
dengesini bozmuş durumda. Toplumsal etkileşimle yaygınlaşan kapitalist zihniyet
ise adil paylaşımı, birlikte yaşama ve barış içinde olma ihtimallerini ortadan
kaldırarak kaosa zemin hazırlamış durumda.
Adalet ve
hakkaniyet üzerine kurulu bir paylaşım kültürü günümüzde "Kim ne kadar alacak, kime ne kadar
vermeliyim?" şeklinde faydacı bir yaklaşıma dönüşmüş durumda. İşte
burada "Pandora’nın Kutusu"
açılıyor: Hırs, ego, kıskançlık, açgözlülük, riyakârlık, av ve avcı dengesi,
efendi-köle ilişkileri… Peki, bu çarkta bizim payımıza düşen nedir? Dairesel
hareketin neresindeyiz? İçinde mi, dışında mı, yoksa yine mi Araf’tayız?
Hayatın özeti nedir? Bedenimizi toprağa dönecek bir varlık olarak görmek ve
adını bir nesil sonra unutulacak anılara yazdırmak mı? Yoksa sadece yeme, içme
ve üreme dürtüsüyle sınırlı bir yaşam mı? Görünen o ki öncelikle kendi varoluş
mücadelesini kaybettik. Kötülük kazandı. Vicdanın sesini susturmayı başardık.
Hırslarımız nefsimizle el ele vererek gözlerimizi kararttı. Zamanın ve ölümün geri
dönüşsüz gücünü unuttuk. Benlik zırhını kuşananların kılıçları artık insanlığa,
doğaya ve dünyaya çevrildi.
Sadi
Şirazi’nin "İnsan öldükten sonra ne
kadar çabuk unutulduğunu bilse kimseye kendini beğendirmek için çabalamazdı"
sözü, yalnızca kendini bilenlere değil, başkalarının gözünde değerli görünmeye
çalışanlara da derin anlamlar taşır. Unutulmayı bir kenara bırakıp her an
ölebileceğimizi bilmek, nasıl bir yaşam istediğimiz konusunda gözümüzü karartıp
harekete geçmek için yeterli olmalıydı. Ancak günümüzün pasif, bastırılmış ve
tekdüze yaşamında sıkışıp kalan bireyler olarak radikal kararlar almayı
genellikle başaramıyoruz. Oysa özgür kanatlarımızla bu dar yaşam döngüsünden
sıyrılmak çoktan mümkün olmalıydı.
Biz,
varlığımızın, düşüncelerimizin ve yaşam tarzımızın muhasebesini yapmaktan aciz
bir tür olduk. Belki de başından beri böyleydik. Bilginin ve bilimin artışıyla
uygarlığın aynı oranda yükseleceğini beklerken, bunun tam tersine bir düşüşle
karşılaşmamız oldukça düşündürücü. İnsan, dünyanın dengesini altüst etti.
İşleyen dünya düzeninde insani değerlerin giderek yıprandığını ve çürümeye yüz
tuttuğunu üzülerek izliyoruz. Ne var ki, bu durumu sorgulamak yerine susmayı,
kenarda beklemeyi tercih edenlerden olduk. Üstelik, cesaret gösterip bir adım
atanların önünü kesmeyi de görev bildik.
Ne zaman
biri çıkıp iyi bir şeyler söylese, hep birlikte alaycı bir sesle karşılık
veriyoruz: "Bizim kel oğlan her şeyi biliyorsa önce kendini
düzeltsin!" Sözün içeriğine, doğrusuna ya da hayatla bağlantısına
bakılmadan, hemen en başında susturuluyor. Israr edenlere ise önce içten içe
bir rahatsızlık hissederiz; yüzümüz buruşur, suratımız asılır, hatta anlamını
bilmediğimiz bir tepki hali takınırız. Nihayetinde, söylediklerinin derinine
inmektense "Sen önce aynaya bak!" gibi yüzeysel ve aşağılayıcı bir
cevapla konuyu kapatmaya çalışırız. Doğru sözlere duyduğumuz bu direnç,
maalesef her seferinde benzer şekilde kendini tekrarlar.
Bir hemşeri
derneğinde karşılaştığım olay bunu net biçimde yansıtıyordu. Toplumbilim
alanında yetkin, üst düzey bir akademisyenin konferans sonrasında derneği
ziyaret edeceği duyurulduğunda katılım yalnızca 8-10 kişiyle sınırlı kaldı.
Buna karşılık, bir dini temsilcinin ziyaret edeceği açıklandığında dernek
binası deyim yerindeyse hınca hınç dolmuştu. Bilgi ve bilim karşısında insanlar
artık susmaktan öte kaçmayı tercih eder hale gelmiş gibi. Oysa zor olan
bilgiye, bilime, sanata ulaşmaktır; bunu elde etmek çaba gerektirir. İnanmak
ise çok daha basittir; sorgusuz sualsiz kabul eder, işi orada bitirirsiniz.
Kimse size hesap sormaz, düşünmenizi beklemez. Yeter ki size sunulanı kabul
edin ve uygulayın. Okumadan, araştırmadan ve zaman harcamadan yalnızca boyun
eğerek mutluluk aramak, tembelliği benimseyenler için pek de kötü bir seçenek
gibi görünmüyor olabilir. Ancak derinlemesine düşünmek gerçekten zordur; pek
çok olasılık arasında boğulmak herkesin becerebileceği bir iş değildir.
Özellikle
okumayan, sindirilmiş ve köle ruhlu toplumlarda, tıpkı cahiliye dönemlerinde
olduğu gibi tarihe mal olmuş bilim insanları, sanatçılar ve aydınların
değerleri genellikle yok sayılır. Eğitimsiz bırakılan toplumların seçme ve
ayırt etme yetenekleri her zaman kısıtlıdır. Kendi toplumumuza bakıldığında da
ne yazık ki benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Halk olarak önceliklerimizi
sıralamaya kalktığımızda ortaya çıkacak manzaranın utanç verici boyutlarda
olacağı aşikâr.
Yaşamın
binyıllardır öğrettiği dersler, bu topraklarda belki de çok kısa sürede
unutulur gider. Atalarımızdan, dedelerimizden aldığımız kadarıyla yetinmek,
bilginin peşinden koşmak yerine onu küçümsemek, yalnızca bize benzeyeni
sahiplenmek cehaletin yayılması için en uygun zemini hazırlıyor. Yabancı bir
düşünceyi ya da doğruyu dinlemek yerine kendi yanlışımızın arkasında durmayı
tercih etmek hayatın zenginliklerini ve güzelliklerini reddetmek değil midir?
Dahası, kulaktan dolma bilgilerle sürekli ahkâm kesiyor; sonu "fiyasko" olduğunda bile bu
tutumdan vazgeçmiyoruz. Özellikle geri kalmış toplumlar açısından tarihin
tekerrür ettiği nokta işte burasıdır. Söylediklerimiz yanlış da olsa hiçbirimiz
hatayı kabul etmiyor; sanki bu dünyada en namuslu, en doğru kişi bizmişiz gibi
yaşamaya devam ediyoruz.
Oturup
dururken ruhumuz nasır tutmuş, farkında değiliz. Hep "daha zamanı gelmedi" diyoruz, sonra "zamanı geldi ama sırası değil" bahanesiyle ertelemeye devam
ediyoruz. Hayatı yaşamasak da yaşıyormuş gibi anlatmaktan geri durmuyoruz.
Ancak umutlarımız, hayallerimiz ve inançlarımız en yakınımızdakilerce
korkularla öğütülüp, ateşe atılmış durumda. Bu yangından sağ çıkmak ise
neredeyse imkânsız.
Artık
yüzümüz yanmış, aynaya bakamaz olmuşuz. En son ne zaman içtenlikle güldüğümüzü
dahi hatırlamıyoruz. Gülümsemeyi bile unutmaya başlamışız. Ruhumuz kararmış,
tüm hayatımız iş, aş ve ekmek arasında sıkışmış halde. Kendimize "gerisi
lüks" ninnisi söyleyip uyuyoruz; geceleri kâbuslar basınca iki dua ile
bastırmaya çalışıyoruz.
Peki bu “hayat” dediğimiz şey, hele de fakirler
için, gerçekten bir lokma bir hırkadan mı ibaret? Koca hayatın karşılığı bu mu?
Zenginler ya da onları besleyen siyasetçiler için bu sözlerin bir anlamı var
mı? Bu tür ifadelerle çoğunluğun sınırları ve umutları şekillendiriliyor ama
onları dillendirenlerin hiçbirinin fakir olmadığı aşikâr. Fakirliği yüce
gösteren söylemlerle toplumu uyuşturup ruhunu zincirliyorlar.
Kendimizi
sürekli aşağı görerek onlar gibi bir hayatı hayal bile edemiyoruz. Az çok
medeni toplumlarda temel haklar gözetilir; insanlar açlıkla terbiye edilmez.
Her çalışan insanın başını sokacak bir evi, arabası, tatile çıkma imkânı,
kültür ve sanatla ruhunu doyurma şansı olmalı. Ancak biz daha yaşam
koşullarımıza dürüstçe bakmaktan bile çekiniyoruz. Oysa Sadi Şirazi’nin dediği
gibi; kısa ömrümüzü dolu dolu yaşamak için neyi bekliyoruz? Bekliyoruz ve beklediğimiz kahraman asla gelmeyecek.
Hayat, geri
dönüşü olmayan bir yolculuk ve burada olmamız başlı başına bir şans. Ancak ne
geçmişi ne de kaybettiklerimizi geri getirebiliriz. Hayalleri ertelemek, yaşamı
ertelemektir. Bu erteleme bir tür hastalık ve zamanın acımasızlığıyla henüz
karşılaşmamış olanların bahanesidir. Yaşamak istediğimiz hayata ulaşmak için
adım atmak zorundayız; yoksa bir bakmışız, yaşanacak hayat kalmamış. Zamanla
pazarlık edemeyiz; keşkelerin ardına sığınmadan, elimizden geldiğince dengeli
ve istediğimiz gibi yaşamayı öğrenmeliyiz.
0 Yorumlar