Hayata Dair, Fasıl-2

Kocaman, kucağa sığmıyor, sesi de fena değil hani. Çoluk çocuk, konu komşu da bakar tadına… Umutlar beslediğimiz, hayaller kurduğumuz karpuz, “kelek çıkarsa”; önce moralimiz bozulur, kaşlarımız çatılır, dişlerimizi hafif sıkar başımızı sağa sola çeviririz. İçimizden birkaç alengirli söz ile karpuzcudan, manavına, onu taşıyan traktörüne kadar artık ne varsa sıralarız. Hayatımızın özeti bir karpuzdan ibaretmiş aslında. “Ne umduk ne bulduk misali” birileri kazandı birileri kaybetti. Kelek karpuzda mı, insanda mı? Herkesin kazandığı/kazanacağı bir dünyanın mümkün olmadığını bir kez de karpuzdan öğrendik.

Hayatı, içinde oyun üstüne oyun oynanan karmaşık bir sahne olarak tarif etmeye çalıştığımızda zihnimiz epeyce zorlanıyor. Belki de hep bir yanı eksik kalıyor dediğimiz şey, hayatın ta kendisi. Tanrının kutsal metinlerde anlatılan hikâyelerle inşa ettiğine inandığımız bu yaşam, büyük bir sonuçsuzluk döngüsünün parçaları gibi. Hem birbirimizle hem de kendi yarattığımız sanal “Şeytan” ile dünya sahnesinde zekâ ve strateji savaşı veriyoruz. Ve adına satranç dediğimiz, her hamlenin bir şey ifade ettiği o kadim oyunu oynuyoruz.

Hedefimiz net aslında: Hayatta başarılı ve mutlu olmak. Ancak karşımızda bir karpuz duruyor. Satıcının neyi amaçladığını bilmiyoruz. Bizi kontrol eden, dizayn etmeye çalışan birileri ya da bir şeyler var. Hareketlerimiz belirli kurallara bağlı; sınırların dışına çıkmamıza asla izin yok. Bir oyun başlıyor, içinde doğduğumuz. Bu oyun hikâyemizin sona erdiğinde tamamlanmış olacak.

Oyunun başında en önemli taşlar sahnededir; çevresinde onları korumaya adanmış piyonlar… Üstelik bu fakir fukara piyonlar asıl figüran gibi görünse de sık sık en stratejik hamlelerin merkezi olurlar. Buradaki en büyük soru ise şu: “Bu oyunu gerçekten kim oynuyor ya da oynatıyor?” Belki de hiç ulaşamayacağımız gizil bir güç tüm bu düzenin arkasında duruyor. Doğanın içinde doğal görünen ama bir şekilde sistemli işleyen çatışmalar ya da yapay yollardan oluşturulan denge/dengesizlik durumları, irademizin aslında ne kadar güdülebilir bir oyuncak olduğunu gösteriyor. Sözde çelikten irademizin yaşamın içinde nasıl eridiğini şöyle bir kendimize sorduğumuzda, sonuç pek de iç açıcı olmuyor.

Toplumun bir parçası olarak hayatta kalmak, onu anlamak ve hakkını vererek yaşamak, kimlerle ve nelerle zaman geçirdiğimizle doğrudan bağlantılı. Kendi seçimlerimizle mi yaşıyoruz yoksa önümüze konulanlarla mı yetiniyoruz? İsteklerimizi ve arzularımızı gerçekten biz mi belirliyoruz, yoksa sistemin bize öğrettiklerini mi içselleştiriyoruz? Peki ya tüm bunlar yalnızca inanmayı sürdürmemiz gereken bir yanılsamadan ibaretse? Belki kaderin çoktan sonuca bağladığı bu oyunda boşuna enerji harcıyoruz.

Büyüklerimizin sözlerini hatırlayalım: "Zurnadan peşrev olmaz; ne çıkarsa bahtına." Günümüzün plansız ve sistemsiz üçüncü sınıf toplumlarında karpuz misali bir hayat önümüze konuyor. “Bu hayat bize kelek yapmaz” umuduyla tadını çıkarmaya bakıyoruz. Kimsenin memnuniyet algısını önemsemediği bu düzen içinde hayal kırıklıklarıyla hemen herkes kendi bacağından asılıp duruyor. Varoluş mücadelesi verdiğimiz dünyada tecrübelerimizi ve alışkanlıklarımızı yanımıza alarak ihtimalleri hesaplamaya devam ediyoruz. Her bir hamlemizle satranç tahtasında kalmaya çalışıyoruz.

Belirli bir yetenek, üstün bir zekâ, özel bir fırsat veya şans olmadan, doğrudan Şah olarak hayata atılmak pek mümkün görünmüyor. Klasik düzenin kuralları gereği, piyon olarak tahtaya adım atıp Şah olmayı hayal etmekten ve doğru hamlenin bir başkasından gelmesini beklemekten başka çaremiz olmadığının farkına varmalıyız. Piyon olmayı ya da öyle kabul edilmeyi içselleştiremiyoruz belki, ama toplumsal yapı içerisinde milyonlarca piyondan biri olduğumuzu inkâr etmek de zor. Kendi irademizle hareket ettiğimizi sanarak giriştiğimiz saçma sapan akıl oyunları, egolarımızı, kraldan çok kralcı hallerimizi, kibirli bakışlarımızı, koltuk takıntımızı ve kendimizi olduğumuzdan büyük görme eğilimimizi besleyerek bizi farkında bile olmadığımız Zübükzadeler haline getiriyor. Konfor alanımızı korumak adına piyon olarak her an feda edilme tehlikesiyle yüzleşsek de, "Böyle gelmiş, böyle gider" kolaycılığına sığınıyoruz.

Şahlığı mutluluğun anahtarı olarak hayal ediyoruz. Ancak boynumuzdaki koyun çanının sesine uyanıp başımızın üzerinde Demokles’in kılıcını fark ettiğimizde kuyruğumuzu kıstırıp geri çekiliyoruz. Bu normalleşmiş durum, yakın çevremiz dışında varlığımızın fark edilmediğini ve yokluğumuzun kimsenin umurunda olmadığını düşündürtüyor.

Her bireyin ve onun parçası olduğu toplumun kendine özgü bir sosyolojik yapısı vardır. Bu yapıyı şekillendiren temel unsur ise yüzyıllar boyunca süregelen etkileşimdir. Genetik mirasımızdan daha güçlü ve kalıcı etkiler bırakan bu etkileşim, bireylerin karakterlerini adeta hayatla yaptıkları bir alışverişin ürünü hâline getirmiştir. Sözlerimizi ve davranışlarımızı yönlendiren bu karşılıklı ticaret, bilinçaltımıza neye göre şekil alacağımızı kodlamıştır. Zamanla birbirimize o kadar benzer hale geliriz ki, toplumsal uzlaşı ve birlikte yaşamanın kuralları kendiliğinden ortaya çıkar.

Aykırı tipler olarak adlandırdığımız kişiler genellikle ya deli, ya uçuk ya da zeki olarak sınıflandırılıp toplumsal normların dışında, çoğu zaman anormal sayılabilecek muamelelere maruz kalıyor. Ancak bu genel algının ötesinde, kendini gerçekleştirmiş, özgün ve kendine özgü nitelikleriyle dikkat çeken başka bir insan tipi de var. Bu kişiler, toplumsal dinamiklerden kolayca etkilenmedikleri gibi, aksine toplum üzerinde etkiler yaratma ve insanları peşlerinden sürükleme potansiyeline sahipler.

İç dünyamızda kendimizi özel hissetsek de, gerçekte kimin ne kadar umursadığı konusunda farkındalık geliştirmemiz gerekiyor. Bu farkındalığı ihmal ederek, gerçekleri görmezden gelip, sahte pembe hayatların tasvir edildiği dizilerde adeta birer figüran gibi rol yapıyoruz. Hoşumuza giden şey ise aslında herkesin bir şekilde rol yaptığını bilmek.

Tam da kendi gerçeğimizle yüzleşmeye cesaret ettiğimiz noktada hayatın ve yaşamımıza yüklediğimiz anlamın yeniden sorgulanması gerektiğini görüyoruz. Yalnızca o zaman, günlük telaş içinde yanından geçtiğimiz ama fark edemediğimiz pek çok detayı keşfetme şansı yakalıyoruz. Ancak ne kadar kaçmaya çalışsak da "her koyun kendi bacağından asılır" gerçeği ve iç dünyamızın derinlerinden gelen o bastırılmış haykırış hep kulaklarımızda yankılanmaya devam ediyor. Bu ses her ne kadar rahatsız edici olsa da, toplumun korkutucu ve zombileşmiş yüzü karşısında içimizde sakladığımız o cesaret hep görünmez ve körelmiş olarak kalıyor.

Zaman içinde bireylerin ve toplumların karakterleri birbirini karşılıklı etkileyerek kendi döngüsünü oluşturuyor. Hayat, yalnızca bu döngüden ibaretmiş gibi görünse de kurallar, yazılı ya da yazısız kanunlar, dini veya örfi uygulamalar artıları ve eksileriyle yaşamı şekillendiriyor. Ancak özellikle üçüncü dünya toplumlarında bu düzen hala "kervan yolda düzülür" mantığıyla evirilmeye devam ediyor.

Hiçbir dönem oturmuş bir yapı kendiliğinden varlık göstermez. Bu tip yapılarda sermaye odaklarının sınır tanımayan ticari hırslarıyla bir araya gelen otoriter yöneticiler, alışverişin ya da etkileşimin içeriğini, boyutlarını ve kalitesini şekillendirerek topluma belirli bir yaşam biçimini dayatır. İşin ironik yanı, bu dayatılan yaşamın içinde hep bir umut mevcuttur; ancak bu umut genellikle öteki dünyanın vaatlerine dayanır. "Bu benim tercihimdir," yanılgısına kapılan bireyler ise, hangi toplumda ve hangi şartlarda doğup büyüdüklerini yeterince fark edemez veya bu durumu görmezden gelir.

Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte iletişim, global ölçekte bir güce ulaşmış durumda. Bu gelişmeler ışığında ufkumuzun da aynı oranda genişlemesi ve farklı düşünce biçimlerine adapte olması gerektiği açıktır. Hayat ve özgürlük kavramları arasında güçlü bir ilişki bulunur. Ya köleyizdir ya da özgür; fakat bazen köle olduğumuz halde bunun aksini hissedip özgür olduğumuza inanabiliriz. Gerçek anlamda özgür bireyler ve toplumlar, daha önce ifade edilen bu yanılsamayı aşabilmiş olanlardır. Doğanın kendi ekolojik işleyişini göz önünde bulundurduğumuzda, yaşamın neye ve kimlere bağlı olduğunu daha net şekilde algılayabiliriz.

Bugün bazı tercihlerimizin değiştiğine inanıyor olsak bile, ticari etkileşim sosyolojik etkileşimi gölgede bırakmış, yüzyıllardır süregelen kölelik düzenini modern yaşamın vazgeçilmez bir boyutu haline getirmiştir. Bu düzenin günümüzdeki en büyük farkı ise bireylerin ve toplumların kendilerini özgür hissetmesi ve tercihlerini kendi iradeleriyle yaptıklarına inanmasıdır. Ancak bu yanılsamadan kurtulmak son derece zorlu bir süreçtir.

Kölelik düzeni, ticari mekanizmalar üzerine temellendirilmiş ve sistematik olarak sürdürülmüştür. Üstelik bu sistem, toplumu kontrol altında tutarak birlik oluşumunu engellemek için etnik ve dini farklılıkları kutsallaştırıp bunları birer meşguliyet alanına dönüştürmüştür. Bu farklılıklar aşıldığında bile, iş, aş ve ekmek üzerinden arz-talep dengesi manipüle edilmiş ve bu yolla farklı yaşam biçimleri üretilmiştir. Böylece, birbirlerinden haberi olmayan bireyler kendilerini özgür sanarak aslında efendilerine hizmet etmeyi sürdürmektedir. Unutulmamalıdır ki, basit olanı karmaşık hale getirmek, toplumları yönetmenin en kolay yollarından biridir.

Toplumda etnik, inanç ve kültürel ayrışmanın yeterince etkili olmadığının düşünülmesiyle, ekonomik ayrışma devreye sokulmuş görünüyor. Bu durumun, kaçınılmaz olarak sosyal ayrışmayı da beraberinde getireceği çok iyi biliniyordu. Önce evler, ardından sokaklar ve mahalleler derken, metropollerin içinde birer “arka mahalle” gerçeği ortaya çıktı. İnsanların gelir seviyeleri, yeni benzerlikler ve farklılıklar yaratmaya başladı; bu da yepyeni kültürel ve sosyolojik yapılar doğurdu. Böylece insanlar arasındaki bağların niteliği değişirken, bu dönüşüme uygun yeni bir dil, edebiyat, kültür, sanat ve eğlence anlayışı gelişti.

Modern, postmodern, sosyete ve arabesk yaşam tarzlarının temelinde de aslında bu ekonomik ayrışma yatıyor. Zeki Müren ve Neşet Ertaş gibi iki uç noktayı bir araya getiren sanatçılar olsa da onların eserlerini dinleyenlerin büyük çoğunluğu bu ayrışmanın mağdurları arasında yer aldı. Peki, biz kendimizi bu döngünün neresine yerleştireceğiz? Mağdur olanların yanında mı duracağız, yoksa bu sürecin dışında kalmanın ya da sıyrılmanın bir yolunu bulduğumuzu düşünüp "her koyun kendi bacağından asılır" anlayışıyla mı hareket edeceğiz?