Anne, bebeğini ilk kez kucağına aldığında, onun o saf ve huzur dolu
kokusunu derin bir nefesle içine çeker. Hissettiği yoğun duygular,
dudaklarından dökülen sözcüklerle can bulur: “Zarokê min ê delal, ezê bibim qurbana yê
kû te daî e…” (Güzel yavrum, seni verene kurban olurum…) Sevgi ve şefkat, adeta
görünmez bir örtü gibi bebeğin ruhunu sarar. Ana dilin derin geçmişinden kalan
ninniler, beşiğin hafif gıcırtısıyla odada yankılanmaya başlar. Zaman geçer…
Çocuk büyüdükçe, ana dilde duyduğu bu sözlerin anlamı, devletin dayattığı
bilinmezliğin içinde yavaş yavaş silinir gider. Ve sonunda her şey bir anının
sisli köşelerine hapsolur. Peki, kaybolan nedir? Sadece çocukluk anıları mı? O
eski ninniler mi? Yoksa annenin hatıralara sinmiş kokusu mu?
Türkiye'de "ana dili" meselesi önemli bir sorun teşkil
etmektedir. Ancak, bir sorunun dile getirilmemesi, göz ardı edilmesi ya da yok
sayılması, o sorunu ortadan kaldırmaz. Özellikle ana dil konusunda, konuya dair
doğrudan bilgi ve deneyime sahip olmayan pek çok kişinin rahatlıkla yorum yapıp
hüküm vermesi, meselenin hem tespitini hem de çözümünü daha karmaşık bir hale
getirmektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana varlığı ile yokluğu arasında
sıkışmış olan bir dilin, asimilasyona maruz bırakılması, ticari bir meta gibi
değerlendirilmesi ve azınlık statüsüne indirgenerek yalnızca arz-talep dengesi
üzerinden ele alınması oldukça üzücü bir durumdur.
Atatürk’ün fikir babam dediği Ziya Gökalp, yıllarca başka dillerin
etkisinden kurtulamayan Türkçenin korunması ve gelişmesi için derin çalışmalar
ve analizler yapmıştır. Gökalp’e göre dil; millet olmanın bir ön koşuludur.
Milletin tanımını yaparken dili en başa koymaktadır. “Dilin büyüklüğü,
zenginliği ve millîliği bir milletin gelişmesinde en önemli koşuldur. Bir
millet gelişmesini sağlamak için en önce dil konusunda milli olmalıdır. Çünkü
millet dil ile konuşur, dil ile düşünür ve dil ile anlaşır,” bunun farkında
olan Ziya Gökalp da dilde milliyetçiliği savunmaktadır.
Gökalp’in dile dair söylediklerine hak vermemek elde değil. Bununla
birlikte konuya duyarlı olan hemen herkesin zihnini meşgul eden onlarca soru
var. Çoğu zaman sesli dile getirmekten korktuğumuz derin bir oflama eşliğinde
iç geçirdiğimiz kolay sorular. Benim için soru yalnızca cevap arayışından
ibaret değildir; aynı zamanda o konu etrafında başka neler düşünülebileceğine
dair bir kapı aralamaktır. Bu soruların çoğunun muhatabı, aslında kendimim. Bir
sorgulama sürecine girerek, en doğru ve en adil yaklaşımı bulmaya çaba
gösteririm. Sorunun merkezine kendimi yerleştirir ve bu doğrultuda
düşüncelerimi tartışırım. En sert eleştiriyi de yine kendime yöneltirim. Ancak
başkası olmayı; yani farklı bir perspektiften bakmayı başardığım anda, sorular
da anlam kazanmaya başlar.
Ülkemizde Kürtçeye dair bazı sahnelere tanıklık ettiğimiz de, içimizde
korkuyla birlikte sessiz bir sorgulama yükseliyor: “Ya bu Kürtçenin geleceği ne
olacak?” Bu soru, sadece bir dilin kaderini değil, aynı zamanda onunla beraber
şekillenen bir kültürün, bir halkın kimliğini ve tarihini de düşünmeye
yöneltiyor. Bilindiği gibi, diller tıpkı canlı organizmalar gibi bir döngü
içindedir; doğar, gelişir, yaşar ve uygun koşulları sağlayamazsa zamanla yok
olabilir. Ne yazık ki Kürtçe de bu döngünün zorlu bir aşamasında, âdeta hayatta
kalma mücadelesi veriyor. Üstelik bu durum, milyonlarca Kürt'ün yaşadığı bir coğrafyanın sınırları içinde gerçekleşiyor. Kendini üvey
evlat yapmanın öyle kabullenmenin birebir karşılığı Kürtler ve Kürtçe
denilebilir mi?
Böylesi bir
tablo karşısında çoğu Kürt vatandaş, dillerinin kadim geçmişini ve taşıdığı kültürel mirası
korumak adına yeterli ve duyarlı bir çaba gösteriyor mu? Ve ya bu dilin yok
oluş tehlikesini fark etmeyerek ya da bu sürecin kaçınılmaz olduğunu düşünerek
kayıtsız mı kalıyor. Yoksa tüm yükü Şivan Perwer’in, Cıvan
Haco’nun, Aynur’un, Rojda’nın, Rewşan’ın, Mem Ararat gibi daha nice Kürt’ün ve
Kürtçenin ruhunu diri tutan müzik emekçilerin sırtına yüklemekle temize
çıktığını mı düşünüyor? Dil duyarlılığı tek başına duyarlı Kürt sanatçıların üstesinden
geleceği basit bir yapı değildir. Kürtçe; Mehmet Uzun’un romanlarında, İsmail
Beşikçi’nin sosyoloji makalelerinde, Musa Anter’in duygularında, dilinde, kitaplarında
bulduğu gibi bulmalı kendini. Çünkü bir dil yalnızca bir iletişim aracı değil,
aynı zamanda halkların geçmişini bugüne taşıyan ve geleceğe aktaran çok değerli
bir hazinedir.
Bir ana dilinin şarkılara, türkülere, ağıtlara sığdırmanın ötesinde bir
karşılığı vardır. öğrenmek, konuşmak, yazmak, bireysel bir tercih olmanın
ötesinde bilimsel, toplumsal ve kültürel bir gerekliliktir. Dil, bir halkın
kimliğinin en güçlü ifade biçimlerinden birini oluşturur. Bir milletin
varlığını sürdürebilmesi için kültürle birlikte dilin de korunup yaşatılması
şarttır. Ancak bu noktada sorumluluk kime aittir? Ana dili yaşatma görevi, o
dili konuşan bireylerin ve halkın mı, yoksa devletin mi omuzlarındadır?
Bildiğim şey ise tek taraflı olmayacağı kesin olan bu sorunun içinde
kıvrandığımızdır.
Dil öğrenmenin önemi, yalnızca iletişim aracı olmasında değil, aynı zamanda
toplumsal hafızayı, kültürel değerleri ve tarihsel birikimi nesiller boyunca
aktarabilmesinde yatar. İçinde yaşayan gelenekleri ve yaşam biçimini de
barındıran dil, bir halkın geçmişiyle bağlarını güçlendirirken geleceğe dönük
hayatta kalma mücadelesine destek olur. Bu açıdan, ana dili öğrenmek yalnızca
bireysel bir kazanım değil, toplumsal bir sorumluluktur. Konuşmak ve yazmak ise
bu yaşam döngüsünün devam etmesi için kaçınılmazdır.
Hangi dilden söz edersek edelim, bir dilin yaşatılması yükümlülüğü
bireylerin olduğu kadar toplumlardaki karar alıcı mercilerin, yani devletin de
sorumluluğu altındadır. Kürtçe özelinde tartışacak olursak, bu dilin varlığını
koruyabilmesi için sadece Kürt halkının çabaları yeterli midir? Yoksa
devletlerin de dilleri ve kültürel zenginlikleri destekleyici politikalar
geliştirmesi mi gerekir? Bu sorulara yanıt ararken meseleyi yalnızca bireysel
veya toplumsal boyutta ele almak yerine, daha kapsamlı bir bakış açısı
geliştirmek gerekiyor.
Bu konuya kim nereden, nasıl bakıyor/bakmalı? Dil bilim açısından mı, etnik
yapıdan mı, hak-hukuk-adalet yönüyle mi değerlendirmeliyiz? Yoksa her zamanki
gibi korku ve kaygılarımızla üstünü örtüp arkamızı mı dönelim? Yine sorular
yine sorular… Her kesim Konuya dair kendi penceresinde bir yol tutturmuş olsa
da Kürtler hala elle tutulur bir meyve yiyememiştir. Bildiğimiz bir şey var o
da ortada varla yok arasına sıkıştırılmış, küçültülen hatta yok sayılan büyük
bir sorun var.
Kürtçe gibi köklü bir dilin durumu üzerine esas dikkat etmemiz gereken
nokta, resmi otoritenin bu dilin varlığı, yokluğu, geçmişi ya da geleceği
hakkında net bir tutum sergilemiyor oluşudur. Ortada derin bir belirsizlik
havası dolaşıyor; her kesim adeta yarı ağızla konuşuyor, asıl meselelerin
çevresinde dolanıyor. Bu belirsiz durum yalnızca bir dilin değil, aynı zamanda
onu konuşan bir halkın varlığını bile sorgulanabilir hale getiriyor.
Yine sorular yeni sorular bitmek tükenmek bilmeyen türden sorular. Bu
meselede söz, yetki kimde? Devletin mi, halkın mı? Kültür Bakanlığı mı bu
konuda yetkili, yoksa Türk Dil Kurumu mu? Ya da Türk milletinin kaderini çizen
Meclis mi bu denklemin cevabını bulmalı? Belki de Milli Eğitim Bakanlığı’na ya
da doğrudan cumhurbaşkanına düşen bir sorumluluktur. Ancak net olan bir şey var
ki, bu düğümü çözmek istiyorsak her şeyden önce doğru kapıyı çalmamız
gerekiyor. İster Hanya'yı ister Konya'yı anlamaya çalışalım, mantıklı bir yol
haritası çizilmesi şart.
Türkçe'nin zenginleştirilmesi, korunması ve geliştirilmesi üzerine “Türk
Dil Kurumu” yoğunlaşmış durumda. Bu bağlamda, Türkçe ile ilgili oldukça yetkin
çalışmalar gerçekleştiriliyor olması kurumun misyonuyla tamamen uyuşuyor.
Sorumluluk alanının sadece Türkçeyle sınırlı kalması ne kadar doğru?
Kurumun anadillere dair bilimsel yaklaşımı ne yönde? Kürtçe hakkında
sahiden ne düşünüyor ve ne yapıyor? Ya da bir şeyler düşünmeli mi/yapmalı mı? Deli
sorular peşimizi bırakmıyor tabii: Türkçenin olduğu gibi Anadolu’nun,
Mezopotamya’nın kadim dillerinden biri olan, milyonlarca vatandaşımızın
konuştuğu dil üzerine de araştırma, inceleme, koruma, geliştirme ve
zenginleştirme yapan bir kuruma ihtiyaç var mı/yok mu/olmalı mı?
Bağımsızlıklarını ve bilimsel ilkelerini koruyan sözde üniversitelerimizin,
ana dillere yönelik tutumlarını anlamakta giderek daha da zorlanıyorum.
Özellikle dil bilimci akademisyenlerin bu konudaki duruşları beni düşündürüyor.
Kürtçenin yozlaşması, kullanım alanlarının giderek azalması, eğitim ve
öğretimde yer bulamaması, dolayısıyla bir yok olma tehdidiyle karşı karşıya
olması gibi ciddi meseleler karşısında ne yapıyorlar? Hangi projeler hayata
geçirildi, hangi çalıştaylar düzenlendi? Dilin yaşatılması için alınan somut
önlemler neler? Akademisyenlerin, sosyolojik gerçeğimiz karşısında sergilemesi
gereken demokratik ve bilimsel tavır nerede? Bunların yanı sıra, entelektüel
Türk ve Kürt aydınlar ile sanatçıların bu konuda ne kadar ses çıkarabildiğini,
hem de bunu kendi ana dillerinde ne kadar yapabildiklerini de sorgulamak
gerekiyor. Bu önemli meselede duyarlılık gösterenlerin sayısı ve etkisi acaba
yeterli mi?
John Berger'in "Ana dili; anayurt demektir" sözü, dilin
bir toplum için ne denli hayati olduğuna dair güçlü bir vurgu yapar. Tarih
bize, ana dilini geliştiremeyen, onu zenginleştiremeyen ve edebi bir kimlik
kazandıramayan toplumların asimilasyon sürecine daha kolay dâhil olduklarını
defalarca göstermiştir. Bir toplumu asimile etmenin temel yollarından biri
dilini ortadan kaldırmak ya da baskı altına almaktır. Bu bağlamda, bir devletin
dili koruma ve yaşatma amacıyla kurumsal adımlar atması, tarihsel ve kültürel
miras açısından büyük bir övgüyle karşılanmalıdır.
Cambridge Üniversitesinde yayınlanan makalede şöyle geçer: “Ana dili
yeni nesillere aktarılmadığı sürece kullanım sıklığı azalır ve yok olma
tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bir toplulukta bir dilin daha az
kullanılmaya başlanması tehlike altına girmesindeki önemli etmenlerden biridir.
Sadece sayı olarak azalmak değil yaşamın birçok bağlamındaki işlevsel
kullanımdaki azalmalar da bu tehlikeli durumun oluşumundan sorumludur. Yerli
bir dilin kamusal, eğitim, sağlık ve kurumsal bağlamda kullanılması yerine
başka bir dilin tercih edilmesi ya da tek bir işlevi yerine getirmek dışında
kullanılmaması o dilin yok olmasında rol oynar,”(Crystal 2014, s. 17; Language
Death. Cambridge University Press) . Bugünün Türkiye’sinde pek de ciddiye
alınmayan kadim bir ana dilin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu
gerçeğiyle karşı karşıyayız. Dilin sadece sokakta konuşuluyor olmasının yeterli
bir hak olarak nitelendiriliyor olması onun özgür ve bağımsız olduğu anlamına
gelmez. Resmi ideolojinin tutumu, söylemi ve eylemi burada da karşımıza çıkıyor.
Kürtçe ile ilgili yapılan çalışmalara bakıldığında, Türkiye’de resmi bir
kurumu hele de Türk Dil Kurumunun bu alanda belirgin bir girişimde bulunmadığı
hatta yok sayan yayınların yapıldığı da görülmüştür. Oysa Kürtler, yüzyıllardır
bu coğrafyada Türklerle yan yana yaşayan ve kültürleri ile dilleri bu
toprakların ayrılmaz bir parçası olan bir topluluktur. Bu bağlamda sormak
gerekiyor: Kürtçe üzerinde daha kapsamlı akademik çalışmalar yürütülseydi, bu
dilin zenginleşmesine katkı sunacak eserler yayımlansaydı ve daha da önemlisi
Kürtçe için özel bir kurum ya da organizasyon kurulması fikri geniş bir şekilde
takdir görseydi, nasıl bir tablo ortaya çıkardı?
Böyle bir yaklaşım, hem Kürtçenin korunması ve yaşatılmasına katkı
sağlayabilir hem de toplumda dilsel çeşitlilik konusunda farkındalık
yaratabilir. Bu tür adımlar, toplumsal barışı zedelemek yerine, farklı halklar
arasında köprüler kurarak ilişkileri güçlendirme potansiyeli taşıyabilir. Ancak
bu sürecin sağlıklı bir şekilde yönetilebilmesi, benimsenen politikalar,
sergilenen tutumlar ve gösterilen samimiyet düzeyiyle doğrudan bağlantılıdır.
Egemen yapıların—ister bir devlet, bölge, hükümet ya da başka bir otorite
olsun—bu tür meselelerde koruma ve yaşatma konusundaki niyetleri
belirleyicidir.
Türkiye’de Türkçe ve ana dili bilinci, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde
"Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini ortaya çıkarma ve onu dünya
dilleri arasında hak ettiği yere ulaştırma" hedefiyle 12 Temmuz 1932’de
Türk Dil Kurumu'nun (TDK) kurulmasıyla somut hale gelmiştir. Çünkü bir dilin
yaşaması, yalnızca onu konuşan bireylerin varlığıyla mümkün değildir; bunun
devlet eliyle desteklenmesi, bilimsel bir disipline ve kurumsal yapıya
dönüştürülmesi kaçınılmazdır. TDK sayesinde Türkçe’nin temel kaynakları araştırılmış,
derlenmiş ve geniş kitlelere ulaştırılmıştır.
Ne yazık ki aynı yaklaşım, aynı topraklar üzerinde yüzyıllardır varlık
gösteren ve zor koşullar altında yaşam mücadelesi veren diğer diller için
sergilenmemektedir. Özellikle Kürtçe gibi dillerin görmezden gelinmesi ya da
dışlanması, samimi bir tutum olarak nitelendirilemez. Bir dilin gelişimi ve
korunması önünde korku ve kaygı iklimi oluşturulması, o dili susturmayı
hedefleyen politikaların üstü kapalı bir yansımasıdır. Irkçı yaklaşımlar ve
ayrımcı politikalarla bir dilin yok sayılması ya da yasaklanması asla kabul
edilemez. Her dil özeldir, değerlidir ve birbirinden üstün değildir. Dili
kullanma, öğrenme ve öğretme hakkı, yalnızca kişisel veya ailevi bir mesele
değil, aynı zamanda o bireyin vatandaşı olduğu devletin asli görevlerinden
biridir.
Ana dili, bireyin kimliğini ve benliğini en güçlü şekilde ifade edebildiği
temel araçtır. Özellikle bu kadar zengin etnik, kültürel ve inanç yelpazesine
sahip bir coğrafyada yaşıyorken, bu çeşitliliğin devlet mekanizmalarına adil
biçimde yansıtılmaması büyük bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Anadolu'nun
çok kültürlü mozaiğini görmezden gelerek atılan her adım, bu toprakların
tarihsel dokusu ve gerçekliğiyle çelişiyor. Bu yüzyılda ana dili konuşmak,
kullanmak, eğitimini almak doğal bir hak değil de nedir ki? Bu hak; herhangi
bir ideolojinin korku iklimi yaratarak yok sayma, engelleme, baskı ve
yasaklamalarla gasp edemeyeceği temel bir değerdir. Bir halkın varlığı dille
anlam kazanır. Çünkü dil, yalnızca günlük iletişimin ötesinde, kültürü bir
nesilden diğerine taşıyan güçlü bir köprüdür. Eğer bu köprü yıkılırsa, bir
milletin geleceği tehdit altına girer.
Farklılıklarımızın bir zenginlik olduğunu kabullenmek ve "Evet,
bizler farklıyız, ama bu farklılıklarımızla birlikte yaşamayı başardığımız için
güçlüyüz," düşüncesinin sadece miting meydanlarında değil, devlet
politikalarında da yer bulması gerekiyor. Sokaktaki barış, kardeşlik ve hoşgörü
çağrılarının, anayasa ve diğer resmi metinlerde yer bulmaması uzun vadede çözüm
yerine sorun yaratıyor. Belki artık soruyu tersine çevirmeliyiz: Sistemin etnik
kimliklere ve inanç gruplarına tanıdığı haklardan ziyade, onları hangi
haklardan mahrum bıraktığını tartışmak gerekiyor. Adil bir düzende doğru
sorularla korku ve kaygılardan azade farklılıklarımızı reddetmeden, aksine
onların varlığını kabul ederek çelik kapıları aralayabiliriz. Çünkü diller de
insanlar gibidir; yaşatılmaları için sevgiye, korunmaya ve sürekli desteğe
ihtiyaç duyarlar. Unutmayalım ki bir dilin yok olması, sadece bir iletişim
aracının değil, aynı zamanda binlerce yıllık bir birikimin ve kültürel
zenginliğin kaybı demektir.
Fischer, Steven Roger (2013), “Dilin Tarihi” kitabında “Ana dillerini kaybedenler, her zaman etnik kimlik kaybı yaşarlar. Bu aynı zamanda sözlü kültürün de yok olması demektir. Bununla birlikte gelenek ve görenekler de yok olmaktadır. Bu durumda göçmen/azınlık toplumları çöker ve yeni dil çoğunlukla bu boşluğu dolduramaz. Dolayısıyla ya yeni kimlik arayışında olan ya da hâkim kültürün içinde kaybolmuş kayıp nesiller ortaya çıkar,” diyerek dil kaybıyla kimlik kaybını eş değer görmüştür. Bir dilin spontane/kendi haline bırakılması, akademik düzeyde korunmaması, öğretilmemesi ya da günlük hayatta etkin kullanılmaması o dili gölgeye itmekten başka bir şey değildir. Dilini kaybeden bir millet sadece geçmişini değil, aynı zamanda geleceğini de karartır. Bu nedenle her halk, kendi ana diline sahip çıkmalı ve bunun korunması için gerekli adımlar atılmalıdır.
Dil, yalnızca seslerden ibaret değildir; aynı zamanda bir milletin "ses
bayrağıdır." Ancak Kürtçe gibi dillere bakıldığında bu bayrağın
yalnızca şarkıların, türkülerin dar odalarına sıkıştırıldığını görüyoruz. Oysa
bir dilin kurumsallığı yoksa o dil zamanla unutulmaya yüz tutar. Kaybolan
dillere baktığımızda bu sürecin sebepleri gayet net görülür: Dilin sistematik
bir şekilde dışlanması, asimilasyon politikaları ve yasaklamalar yoluyla
dinamik yapısının bozulması o dili yetersiz ve etkisiz hale getirir. Uzun
vadede kullanım alanı daralarak kaybolur.
Bir dili kaybetmek mi, kazanmak mı esas alınmalı? Dil sadece kelimelerden
ibaret değildir. O aynı zamanda insanın duygu ve hayal dünyasını şekillendirir.
Öyle ki rüyalarımızı, hislerimizi ve düşüncelerimizi bile en iyi ana dilimizde
ifade ederiz. Başka bir dili sonradan öğrenmiş olsak bile aynı derinliği
yakalamamız kolay değildir. Eğer bir dil hedef alınır, yozlaştırılır ya da
genetiğiyle oynanırsa; o toplumun kendi benliği ve kültürel bağları zarar
görmeye başlar. Kültürel çürüme dediğimiz şey işte tam olarak buradan doğar.
Unutmamak gerekir ki; yıkmak her zaman yapmaktan daha kolaydır. Bir binayı inşa
etmek ne kadar emek isterse, onun yıkımı bir o kadar kolay ama bir o kadar da
yıkıcıdır.
Üniversitedeki Türk Dili Anabilim Dalındaki Hocam Erdoğan Boz’un ‘Türk
Dili’ dergisindeki makalesinde “Toplumlar dillerini, kültürlerini ve nihayet
kendi öz benliklerini kaybetmek istemiyorlar ve kendi kötü gidişlerine dur
demek istiyorlarsa dillerini çocuklarına öğretmeleri ve bu dili daha çok alanda
kullanmaya gayret etmeleri gerekiyor. Aksi hâlde dilleri, kültürleri ve kendi
öz benlikleri kaybolacaktır,” ifadeleri bir dilin yok olma tehlikesiyle
karşılaşması, genellikle o dili konuşan topluluğun sayısıyla doğrudan
ilişkilidir.
Konuşmacı sayısı azaldıkça, dilin tehlikede olma durumu daha da artar.
Toplumlarda konuşulan dillerin tamamen kaybolmasının ya da yok olma riskiyle
karşılaşmasının sosyo-kültürel, coğrafi, ekonomik, stratejik ve hatta medikal
nedenleri olabilir. Bir dil, bireyler tarafından günlük yaşamda yeterince
kullanılmadığında, yeni nesillere aktarılmadığında ve sosyal alanlardaki
varlığı daraldığında bu süreç hızlanır. Örneğin, Afrika'da yerel dillerin
kaybolmasında İngilizce ve Fransızca gibi dillerin yanı sıra sömürgeci
devletlerin baskısının etkisi büyüktür.
Bir insanın ana diliyle bağı bebeklikten başlar. Tüm çocuklar gibi Kürtler
de ana dilinin melodisini, ritmini, sıcaklığını ve hatta kokusunu ana dilinde
hissetmeli/hissedebilmelidir; böylece ana dili, yalnızca konuşulan bir araç
olmaktan sıyrılarak, kişinin benliği ile bütünleşmiş bir varlık haline gelir.
Çünkü dil, sadece kelimeleri cümlelere dönüştürmekten ibaret değildir; aynı
zamanda bireyin kimliğini, kültürel mirasını geleceğe taşıyan en önemli
unsurdur. Darry Babe Wilson: "Bu dünyada hayatta kalabilmek için beyaz
adamın dilini öğrenmeliyiz; ama sonsuza kadar yaşamak için kendi dilimizi
bilmemiz gerek." Amerikan yerlisi Wilson’un bu sözü, ana dilin,
toplumsal varoluşun temel dayanağı olarak nasıl hayati olduğunu da gözler önüne
serer. Dil, bireyin ve toplumun hafızasıdır; o yok olduğunda, geçmişten
geleceğe uzanan bağ da kopar. Bu nedenle, ana dili koruma sorumluluğunu bir
görev değil, bir onur meselesi olarak görmek gerekir. Tüm dillerin evlatları
vardır ve bu evlatlar, analarına, onların dillerine sahip çıkmak zorundadır.
Unutulmamalıdır ki tüm diller kutsaldır, bunun zartı zurtu, şusu busu
yoktur. Hepsi evrensel değer taşır ve bu dillerin yaşaması için hem bireylere
hem de devlete sorumluluk düşer. Kürtçe gibi yerel-bölgesel kabul edilen(!)
köksüzleştirmeye çalışılan dillere yönelik ön yargılar ve kısıtlamalar yerine
kapsayıcı politikalar geliştirilmelidir. Bu dilleri sadece evlerde, sokaklarda değil;
okullarda, akademilerde ve kamu alanlarında da yaşatmak/yaşatabilmek o devletin
büyüklüğünü, samimiyetini, vicdanını yansıtır. Gerisin geri Anadolu ağzıyla
söylemek gerekirse “kuru kuru gadanı
alayımdan ” başka bir şey değildir.
0 Yorumlar