Zaman algısı içinde bulunduğumuz geçmiş, an ve
gelecek üçleminde yaşamımızı dizayn etmeye çalıştığımız bir metafor olarak
karşımıza çıkıyor. Nihai hedefimiz olan “hakkını
vererek yaşama” isteği değer verdiğimiz zamanın büyük bölümünü öldürmekle
mümkün oluyor. Değerli vakit dediğimiz hemen herkesin yakalamak için çaba sarf ettiği
mutlu anların toplamıdır. Temel ihtiyaçların giderilmesi noktasında sarf
ettiğimiz enerji ve zamanı ise mutluluğumuzun bir parçası mı yoksa dayatılmış
bir zorbalık olarak mı görmeliyiz?
Hayat dediğimiz şey genellikle "olan" ile "olması gereken" arasındaki ince
çizgide şekillenir. Mutluluk, ya yaşadığımız ya da ulaşmak için çaba
gösterdiğimiz anların toplamında kendine yer bulur. İşin içine matematiksel bir
bakış açısı kattığımızda, hayatımızın büyük bir kısmını var olma ve ayakta
kalma mücadelesine harcadığımızı fark ederiz. Bu süreç, çoğu zaman özgür
irademizin dışında, zorunlu kurallarla, dayatılmış çaresizliklerle geçirilir.
Her ne kadar gerçek mutluluk getirmese de, bu durumlar bize mutlulukmuş gibi
algılatılmaya alışılmış bir düzenden ibarettir.
"Hayatını
yaşamak" ifadesini duyduğumuzda, bu sözün anlamını nasıl
doldurduğumuzu sorgulamak büyük önem taşır. Bu sorgulama, aslında hayatı ne
kadar "yaşadığımızın" yanıtını bulmamıza yardımcı olabilir. Bana
göre, gerçekten "hayatımı yaşıyorum"
diyebilmek, tümüyle kişisel olarak gerçekleştirebildiklerimizi ve istediğimiz
gibi yönlendirebildiğimiz anları kapsar. Geriye kalan zaman ise sadece bir
zorunluluklar bütünü olarak değerlendirilebilir. Örneğin, uykuda geçen süreyi
genellikle "hayatı yaşamak" olarak
düşünmeyiz ve bu süreyi daha çok "ölü
zaman" olarak tanımlarız; aynı şekilde, uyanık geçirilen zamanların
bir kısmı da yalnızca hayatta kalma gereklilikleri doğrultusunda harcanan
zorunlu vakitlerden oluşur. Bu zorunlu anları "yaşıyoruz" olarak
adlandırmak veya hayatın bir parçası saymak pek de mantıklı görünmez.
Hayat, temel ihtiyaçlarımızı karşılamanın ötesine
geçip, kendimize ait bir dünya kurabildiğimizde gerçekten anlam kazanır.
Dünyanın yüklerinden arındığımız, havayı soluduğumuzda, suyu içtiğimizde ve
güneşi hissettiğimizde her zamankinden daha büyük bir mutluluk duyduğumuz
anlarda saklıdır. Özgürce sevdiğimiz şeylerle ilgilenmek, bu anları daha da
özel kılar. Ancak toplumun dayattığı yaşam anlayışı, bizi bu derinlikten
uzaklaştırır; korkular üzerinden en kötü senaryoyu gösterip kötünün
kabullenilmesini sağlar ve sahte bir mutluluk hissi yaratır. Bu çarpık
anlayışta, kötünün az olanını kabullenmek takdir görür hale gelir.
Eğer günümüzü evimizde huzur içinde geçiriyor,
televizyon karşısında dinlenerek bitiriyor ve ne bir sağlık sorunu ne de
savaşın ortasında bir yaşam yaşıyorsak, bu durumun "zaten harika bir
hayat" olarak tanımlandığı bir anlayış toplumda yaygınlaşmış durumda.
Ancak bu görüş, yalnızca bireysel bir algı olmaktan öteye geçerek dini ve ideolojik
söylemlerle daha da kökleşiyor. "Şükretmek"
ve "sabretmek" gibi
değerli kavramların yer aldığı bu söylem, yaşamın zorluklarına boyun eğmeyi
yücelten bir anlam kazanıyor. Ne var ki bu terimlerin, zorluklar ve yoksullukla
yoğrulmuş bir yaşam biçimini olağanlaştırma amacı taşıdığı gerçeği göz ardı
edilemeyecek kadar ortada.
Bu söylemler, sermaye
kesimi ve bazı din tüccarları tarafından kutsanmış
kavramlar olarak öne çıkmakta, ancak ironik
bir şekilde bizzat onlar için geçerli olmaz.
Sonuçta sabretmek ya da şükretmek kimi zaman da haksızlıkları,
usulsüzlükleri, zorbalıkları, dayatmaları görmezden gelmek; talanı ve emek
sömürüsünü kabul etmek ya da hak arayışını sınırlamak için
kullanılan araçlara dönüşebilir. Bu tür söylemler bireylerin yaşamdan
alabilecekleri keyfi ve mutluluğu ellerinden almaya, bir nevi olan bitene
sessiz kalıp uyum sağlamaya zorlar hale getirebilir.
Günümüzde çıkar ilişkilerinin, masum bir yüzün
ardına gizlenip karmaşık yapılar halinde karşımıza çıkması oldukça tanıdık bir
durum haline geldi. Bu yapılar öyle incelikle tasarlanıyor ki, çoğu zaman
yalnızca yaratıcısı olan uzmanlar tarafından tam anlamıyla anlaşılabiliyor ve
yönetilebiliyor. Belki de insanlık tarihindeki en büyük sorunlardan biri,
bireylerin birbirlerini tam anlamıyla tanıyamaması. Peki ya bir an için hayal
edelim: Ya hepimizin bir "kullanım
kılavuzu" olsaydı? Bu fikir kulağa alışılmadık gelebilir, ama bir
düşünün. İnsanların birbirini tanımasını, anlamasını ve ilişkilerini daha
verimli hale getirmesini sağlayacak bir "kılavuz" hayatımızdaki
birçok bilinmeyeni çözebilir miydi? Belki de karmaşıklık yerine anlayış ve
empatiyi öncelik haline getiren bir dünyaya adım atmamıza yardım ederdi.
Aynı model olsa da her birey, büyük ölçüde deneme
yanılma yöntemleri, keşif süreçleri, uzun araştırmalar ya da doğrudan
deneyimlerle kendi kullanma kılavuzunu oluşturmak zorunda kalıyor. Çünkü her
şeyin temelinde bir tanımlama yatıyor: Bu nedir, ne işe yarar? Nerede ve nasıl
kullanılır? Olası yan etkileri ya da sınırları var mıdır? Yanıtsız kalan
sorular, çözümsüz durumlar hele de belirsizliğin insanların duygu ve düşünce
dünyasını ne kadar tükettiğini, meşgul ettiğini fark ettiniz mi?
Öyle
ki prensiplerimizi, karakterimizi, vizyonumuzu
kısaca hayatımızı oluşturan köşe taşlarını görünür kılmadıkça hep
muallakta kalırız. Bu durumda dış dünyadaki insanların
bizi tanımasını ve anlamasını zorlaşır. Eğer kendimizi değerlerimizi karşı
tarafa aktaramazsak,
onların bizi kendi algılarıyla yorumlamasına razı
gelmek zorunda kalırız. Bu ise maalesef bizi her türlü manipülasyona ve
tehlikelere açık hale getirir. Eeee, atalar ne demiş; "için dışın bir olsun be kardeşim."

0 Yorumlar