Fasıl-3
Bazen, her şeyi bildiğimizi sanarak bir yola çıkarız. Bu tutumu yaşam biçimimize yansıtır ve attığımız adımların doğruluğu konusunda kendimize hüküm veririz. Ancak, zannettiğimizin aksine yanıldığımızı fark ettiğimizde, genellikle iş işten geçmiş olur.
Peki, hayatımızı gerçekten istediğimiz gibi mi yaşıyoruz, yoksa yalnızca bize sunulan sınırların içinde, yanılsamalarla süslenmiş bir özgürlük algısına mı tutunuyoruz? Sanayileşme ve modern dünyanın dayattığı yaşam biçimleri, zihinlerimizi görünmez bir hapishaneye dönüştürmüş gibi görünüyor. Geçmişte, kontrol mekanizmaları fiziksel şiddet, savaşlar ve doğrudan baskılarla çalışırken, bugün düşünce ve davranışlarımız ince ince örülen sanal zincirlerle kısıtlanıyor.
Zihinsel köleleştirme, insanlık tarihindeki en derin ve hızlı yarılmalardan biri hâline geldi. Ancak bu düzeni sarsabilecek bir güç varsa, o da radikal boyutlarda psikolojik ve sosyolojik kırılmalardır. O an geldiğinde, hayatlarımızın seyri keskin bir değişime uğrayacaktır. Bu değişim eğer mutluluğumuzla örtüşüyorsa, mucizeye dönüşebilir; aksi hâlde ise kaderin soğuk, amansız tokadını yüzümüzde hissetmekten kaçamayız.
Mucize beklemenin saflık, kadere sığınmanın ise tembellik olarak değerlendirildiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu ikisinin de bizi aynı çıkmaza sürüklediğini görmek zorundayız. Öyleyse çetin bir soruyla yüzleşmek gerekiyor: Yalnız başımıza her şey miyiz, yoksa hiçbir şey mi? Belki de en karmaşık görünen ama en yalın yanıta sahip olan soru budur. Ancak üçüncü bir ihtimali de göz ardı edemeyiz: Belki de belirsizlik içinde sürüklenen, grinin tonlarında kaybolmuş bir varlık mücadelesi veren bir türüz: “ne tam anlamıyla özgür; ne de tamamen köle.”
Peki, kendimizi gerçekten tanıyor muyuz? Bu soru, hayatımızın rehber kitapçığında mutlaka yer alması gereken bir madde olmalıydı. Kendimize dair tanımlamalarımız ne kadar doğru? Eğer "evet" diyorsak, bu tanımları anlamlandıracak ve üzerinde konuşabilecek bireylerle karşılaşma ihtimalimiz nedir? Yanlış seçimlerin kontrol ettiği hayatlarımızda, boşa geçen zamanlarımızın farkına vardığımızda içimizden yükselen öfkeyle dünyaya haykırırız. Ama bu haykırışlarımız çoğunlukla ya delilik ya anarşizm yaftasıyla karşılık bulur. Neticede toplumun gözünde asi, huzursuz, öfkeli ya da ilgisiz biri olmaktan öteye geçemeyiz. Ve belki de gerçek trajedimiz "zihinsel uyanış adına attığımız adımların bizi bambaşka bir yalnızlığa itmesi..."
Hayatın karmaşası içerisinde belki de bir tür kullanma kılavuzuna ihtiyaç duyduğumuz fikri makul görünüyor. Belirli bir ömrü en iyi ve en anlamlı şekilde nasıl değerlendirebileceğimizi anlatan bir rehber hiç de fena olmazdı, özellikle de bizim gibi karmaşık varlıklar için! Biraz düşününce, bir şey hem iyi hem kötü olabilir mi? Ya da aynı anda hem akıllıca hem de çılgınca bir eylem sergilemek mümkün mü? Daha da ötesi, insanın hem son derece zeki hem de tamamen anlamsız davranışlar gösterebilme yeteneği üzerine ne söylemeli? Her an ne yapacağının kestirilememesi, içinde sürekli bir kaos taşıyor olması, tuhaf değil mi? İnsanın bu çelişik yapısı; biraz şundan biraz bundan barındırması, evrimsel bir mucize mi yoksa düzeltilmesi gereken bir kusur mu?
Dünyanın düzenine baktığımızda da benzer çelişkilerle karşılaşıyoruz. Her şey kusursuz bir uyum içinde mi işliyor, yoksa aslında trajik bir karmaşa mı hüküm sürüyor? Ve bundan öte, içimizde gizlenen ama çoğu kez kurumaya terk ettiğimiz başka bir duygu daha var: değişime duyulan arzu. Bu arzu, bazen bilinçaltımızda sessizce filizlense de gün yüzüne çıkarmak için cesaret bulamayız. Onu bastırmak ya da serbest bırakmak ise genellikle alınan radikal kararların sonuçlarıdır.
İşte bu kararlar, hayata dair taşıdığımız cesaret ya da korkularla doğrudan bağlantılıdır. Ancak bu ilişkinin düşündüğümüz kadar basit olmadığını da kabul etmeliyiz. Ne var ki, çoğu zaman seçimlerimizi kendi mutluluğumuzu temel alarak yaptığımızı sanırız, oysa aslında kendimizi kandırdığımız ortadadır. Gerçekte bu tercihler, kaybettiğimiz ya da hiç dillendiremediğimiz gizli arzularımızı, hayatın sert yüzüne karşı savunma çabalarından başka bir şey değildir. Ve hayatın karşı konulmaz sertliği, bu yanılsamalarla yüzleşmemizi gerektiren en keskin gerçektir.
Hayatta yaptığımız seçimler, sadece bize sunulanlarla sınırlı kalmaz; aynı zamanda bilgi birikimimiz, deneyimlerimiz ve alışkanlıklarımızın etkisiyle şekillenir. Ancak, alışkanlıkların esaretinden kurtulamadıkça, yaşam hakkında ne kadar bilgi toplar, ne kadar analiz edersek edelim, "hayat" dediğimiz kavramın içini bütünüyle doldurmakta zorlanırız. Böyle bir durumda, "Hayat boştur lo…" demek bile bu eksikliği gidermekte yetersiz kalır. Ufkumuz, en azından Samet Behrengi’nin denizlere ulaşmaya çalışan o “Küçük Kara Balık” kadar geniş olsaydı, belki hayatlarımıza daha derin bir anlam kazandırabilirdik.
Astronomiyle, yani evrenin sonsuz gizemleriyle ilgili görüntüler izlediğimde, hayatın anlamını yeniden düşünme ihtiyacı hissediyorum. Samanyolu, gezegenler, asteroitler, uydular, yıldızlar ve daha sayısız kozmik detay bana, dünyamızın evrendeki yerini gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir nokta olarak hatırlatıyor. Tam da o anda, yaşama anlam yüklediğimiz pek çok şeyin aslında ne kadar basit, belki de gereksiz veya abartılı olduğunu daha net fark ediyorum.
Yaşam ilerledikçe artan bilgi ve deneyimlerimiz, bir zamanlar sıkı sıkıya bağlı olduğumuz değer yargılarının geçerliliğini sorgulamamıza neden oluyor. Bu değişim ise çoğu zaman kendimizi bir boşlukta hissetmemize sebep oluyor; belki de korkularımızın kaynağı bu belirsizlikten besleniyor. Yalnızlık korkusu, sade bir yaşamı kabullenip normalleştirmeyi öğrenmemizi ve bu şekilde hayata tutunmayı kolaylaştırıyor. Doğanın sonsuz mücadelesi, yaşamlarımızı da şekillendiriyor. Belki her zaman mutlu değiliz; ama yine de elimizde olanın değerini bilip şükretmeyi öğrenerek, konfor alanlarımızda kendi küçük dünyalarımızı kuruyoruz.
Karşımıza çıkan ve keyfimizi ya da konforumuzu bozma ihtimali taşıyan durumlar karşısında genellikle tepki vermemeyi tercih ediyoruz. Bu yaklaşım, zaman zaman karakterimize veya inançlarımıza ters düşse de, hoşgörülü bir sessizlik veya karışmamayı seçme eğilimiyle davranıyoruz. Çoğunlukla bu tavrı, yaşamın bir parçası olarak görüyor ve zihnimizde bu düşünceye yer açarak gerçeklerden uzaklaşıyoruz. Geriye kalan eksikliklerimiz ise hayatın bir başka cilvesi olarak karşımıza çıkıyor.
Varoluşumuzu sorgularken aklımıza gelen en temel soru, başkalarının beklentilerine göre mi, yoksa sadece kendimize göre mi yaşamamız gerektiği meselesidir. Bu sorunun yanıtını aramak için önümüzde sınırlı bir zaman dilimi var ve bu zaman içinde yaşamımızı yönlendirmek zorundayız. Ancak acele etmemek konusu belki de en büyük zaaflarımızdan biri. Neyse ki veya ne yazık ki sıklıkla unuttuğumuz bir hakikat var: zaman bizim en kıymetli kaynağımız, ama her an elimizden alınabilir. Buna rağmen bu gerçeği bildiği halde harekete geçmeyen tek canlı türü olma özelliğimizi hâlâ sürdürüyoruz.
Alışkanlıklarımıza ve özellikle kaybetmeyeceğimizi düşündüğümüz maddi yatırımlara sıkı sıkıya bağlı kalıyoruz. Ancak bu bağımlılık, bizi çoğu zaman gerçekten değerli olan bir şeyden mahrum bırakıyor; muhtemelen yaşamın son demlerinde fark edebileceğimiz özgürlüğümüzden.
0 Yorumlar