Aziz Nesin’in “Zübük” adını verdiği, ,sözlük anlamı: “kendi çıkarları için her yolu mubah sayan, sözünde durmayan, üçkağıtçı, egoist, düzenbaz, ahlaksız, kalleş, namussuz, palavracı ve dönek demektir. Özellikle siyaset alanında oldukça sık rastladığımızı düşündüren bu kavram hayatımızın merkezine o kadar yerleşmiş ki buna dair neyle veya kimle karşılaşmışsak artık çok da umursamıyoruz. Artık içimizden biri oluvermiştir. Özellikle siyasetçiler tarafından son dönemde tamamen zıt şeyler hatta hakarete varan söylemlerle karşılaşmış olsak da bir bakmışız hiçbir şey olmamış denmemiş gibi hakarete uğrayanlar tarafından kabul görüp, makam mevkiiyle taçlandırılıp alkışlanır olmuştur. Bu durumlar demokratik açıdan kabul görünse de pek ahlaki olduğu söylenemez.
Başkaları adına çok konuştuğumuz insafsız atıp tuttuğumuz olmuyor değil. Burada kendi içimizde bir Zübük barındırıyor muyuz acaba? Bu soruya verdiğimiz samimi yanıt bizi bir yerlere taşıyabilecektir. En azından kendimizle yüzleşmeyi becerebildiğimizin göstergesi olacaktır. Hep başkasının başkalarının Zübük’lüğü üzerinden ahkâmlar kesip dururuz. Kendi küçük çıkar ilişkilerimiz söz konusu olduğunda çoğu zaman bunu görmezden gelip normalleştirebiliyoruz. Sosyal medyada bir öykücük okumuştum: Yaşlı reisin; biri siyah biri beyaz iki köpeği vardı ve sürekli kavga halindeydiler. Torunu yanına yaklaştı. “Niye kavga ediyorlar?” diye sordu. Dedesi : “Onlar benim için iki simgedir evlat. Birisi iyiliğin, diğeri kötülüğün simgesi. İç dünyamızda şu gördüğün köpekler gibi iyilik ve kötülük sürekli kavga edip durur.” Çocuk bu defa: “Peki hangisi kazanır?” Dedesi gülümseyerek baktı torununa: “Hangisi mi evlat, ben hangisini daha iyi beslersem o kazanacak.”
Bu hikâye yaşamın ve insan ruhunun derin bir yansıması gibi. Zihnimizde
barındırdığımız düşünceler ve kalbimizde taşıdığımız duygular çoğu zaman karşı
karşıya gelir; tıpkı siyah ve beyaz köpeğin bitmek bilmeyen kavgası gibi.
İçimizde var olan özellikler bazen bastırılır, bazen de sahneye çıkar. Yerine
göre fazlasıyla demokrat olabiliriz, ama başka bir koşulda dikta yanımız ağır
basabilir. Bu içsel düalizm, bazen bireysel özgürlüklere saygılı bir taraf
ortaya çıkarırken, diğer zamanlarda sert ve otoriter bir yanımızı öne
çıkarabilir.
Öfkemizle neşemizin savaşı da bu durumdan farklı değildir; tıpkı merhametle
acımasızlık arasında gidip geldiğimiz anlarda olduğu gibi. Kurban Bayramlarında
bile bir yanda paylaşımcı ve cömert hallerimiz öne çıkarken, diğer yanda kurban
edilen hayvanların kanına aldırmadan devam edebilen bakışlarımız bizi
çelişkilerimizle yüzleştirir. Barışçıl adımlar attığımız bir anda bazen savaş
tamtamlarını da aynı ellerimizle çalarız. İnsanın iç dünyası, hangi duyguyu ya
da düşünceyi nasıl beslediğimize bağlı olarak şekil alır. İçimizdeki insan ya
bir meleğe ya da bir şeytana dönüşebilir; seçim her zaman bizim elimizdedir
aslında. Harcımıza biraz samimiyet eklediğimizde her şey çok daha güzel
ve sağlam olacaktır.
Demokrat tarafımız için de -ki varsa/kalmışsa az çok- aynı samimiyetten
eklememiz gerekir. Onun da beslenmeye, doyurulmaya, korunup kollanmaya ihtiyacı
vardır. İçimizdeki demokratın hayatta kalması, hem bireysel hem
toplumsal açıdan büyük önem taşıyor. Ancak bu demokratın işi pek kolay değil;
güçlü egolarımız, bitmek bilmeyen hırslarımız ve kişisel çıkarlarımızla sürekli
bir mücadele içinde. Dahası, içimizde saklı duran ve fırsat kollayan bir
"diktatör" de var, kim bilir kaç kez benliğimizi ele geçirmeye
çalıştı. Bu içsel diktatörü alt etmek, dış dünyada demokrasiyi inşa etmek kadar
zorlu bir süreç aslında. Eğer iç dünyamızda bu mücadeleyi kazanamıyorsak,
dışarıda demokrasiyi tam anlamıyla gerçekleştirmek nasıl mümkün olabilir? Bu
noktada içimize dönüp, kendi sınavımızı vermeden toplumsal değişim beklemek
biraz ütopik olacaktır.
Kendi kafasında inşa ettiği ütopyayla demokrasiyi kendine uydurmaya çalışan
iktidarların işleyişine baktığımızda vahim bir tabloyla karşılaşıyoruz. Bu
yapıların içinde, adeta bir ağalık ya da hanedanlık düzeni gibi hareket eden
aktörler —ağalar, beyler, paşalar ve hatta diktatörler— büyük bir yer
kaplıyor. Demokrasi bunların elinde vücut buluyor. Genelde gücü ve yetkiyi
elinde tutan kişi kendini en büyük demokrat olarak ilan ediyor. Tek başına
değil elbette, bir de okey masasındaki yancıları vardır. Bunlar yer, içer,
alkışlarlar. Asla hesap ödemeyen/vermeyen bu tipler yerini kaybetmeme adına
olan bitene, oynanan oyunlara hiç mi hiç karışmazlar. Hak-hukuk-adalet
yedikleri ve içtiklerinden ibarettir. Görmezden gelme konusunda üstlerine
yoktur. Kimin kazandığı, iktidarı ele geçirdiğinin de önemi yoktur. Hep
yancı/yandaştırlar. Bir süre sonra oyundakiler -etliye sütlüye karışmayan- bu
tiplerin halkı temsil ettiği düşünülmeye başlar. Bu süreçte alınan kararlar “çoğunluğun
takdiri” olarak değerlendirilip kademeli bir şekilde meşrulaştırılıyor.
Çoğunluğun onayı ve desteği, sistemde belirleyici bir güç olarak kabul
edilirken, bu anlayış genellikle hak, hukuk ve eşitlik algısını geri plana
itiyor. Neticede bu yaklaşım, niteliğin yerini niceliğe bıraktığı bir düzen
yaratıyor ve güç odaklarının elini daha da sağlamlaştırıyor. Bu bakış açısıyla
değerlendirdiğimizde, iktidarı elinde bulunduran kesimin çoğunlukla kendi
çıkarlarına hizmet eden grupları desteklediğini gözlemliyoruz. Bu destek onları
sistem içerisinde daha avantajlı konumlara taşıyor. Söylem itibariyle “iyi,”
“güzel” “doğru” "dürüst" olmak iddiası
miting meydanlarında, televizyonlarda, mecliste, ön plana çıksa da arka planda
işler pek de öyle yürümüyor. Egemenlerin saf Anadolu halkı karşısında gizli ama
etkili biçimde sahneye koyduğu ego merkezli tutumları süslü söylemlerle
kapatılıp afiyetle yediriliyor. Şeffaflık bu düzende asla mümkün değildir.
Hayaller ülkesi Türkiye’de de demokrasiye dair yaşananlar "dışı
seni, içi beni yakar" şeklinde özetlenebilecek karmaşık bir düzen
hâkimdir. Sözlükte geçen demokrasi tanımının neresindeyiz? Komik olsa da bu
kavramın vücut bulduğu yerlerin başında seçimler gelir. Seçim varsa demokrasi
vardır havası eser/estirilir. Ve ülkemizde seçim süreçlerini başından sonuna
kadar izlediğimizde demokrasinin “D” siyle başlar en fazla yanına “E”yi
koyabileceğimiz bir komediyle karşılaşabiliyoruz. “MOKRASİ” almış başını
gitmiş zaten. Aday belirleme süreçlerinden seçim propagandalarına, sandıkların
kapanmasından ekranlara yansıyan görüntülere kadar birçok detay bu komediyi
gözler önüne seriyor. Ancak bunlarla da sınırlı değil. Demokrasinin teminatı
olması beklenen hukuk sisteminde yaşanan aksaklıklar adeta güven bunalımını
derinleştiriyor. Çürüme adalet sistemine kadar ulaşmışsa o ülkeden kaba tabirle
“bir cacık olmaz.”
Algı yönetimini ustalıkla kullanan iktidarlar, medya aracılığıyla bilinçsiz
ve duyarsız kitleleri kolaylıkla etkileyebilir hale geliyor. Gerçek bir
demokrasinin ölçütü ise, devletin tüm kurum ve birimlerinde demokratik
ilkelerin etkin ve işlevsel olarak uygulanmasıdır. Ancak yarı-demokrasi veya
sahte demokrasi gibi kavramların yaygın olduğu yerlerde bu standartları görmek
mümkün olmuyor. Daha çok üç maymun oynanır: Hiçbir gerçek görülmez, duyulmaz ve
konuşulmaz.
Günümüzün yeni nesil iktidarları da iletişim teknolojilerinin sunduğu
benzersiz olanakları ustalıkla kullanmayı öğrendi. Neredeyse yaşamımızın her
alanına nüfuz eden anti-demokratik pratiklere imza atıyor ve bu süreç, üç
maymun metaforunu dahi dönüşüme uğratmış durumda. Görmemek, duymamak ve
konuşmamak eskiden bu metaforun temelini oluştururken, günümüzde bu anlayış
adeta görüp duyup yine de sessiz kalmaya indirgenmiş bir hâl aldı. Artık her
şey gözlerimizin önünde; hem de anında. Her türlü eylemi ve tepkisini çarpıcı
bir açıklıkta işitiyoruz da; çünkü gerçekler fısıldanarak değil, yüksek sesle
dile getiriliyor artık. Hem de bir tık uzağımızda. Ne var ki, onca görülen ve
duyulan şey arasında hâlâ susmakta ısrar ediyoruz. Bu suskunluğun gölgesinde,
içimizde bir zamanlar cılız da olsa yankılanan demokrasi sesi, tıpkı içimizdeki
demokrat kimliğimiz gibi gittikçe silikleşiyor, zayıflıyor ve sonunda
belirsizliğin karanlığına karışıyor. Fakat bu garip sessizlik bir tür huzur
yanılsaması yaratıyor. Medyadan ve iktidarın dilinden yayılan mesajlarla sanki
ülke mutlu, düzenli ve sorunsuz bir bahçeye dönüşmüş gibi algılanıyor; oysa bu
algı, gerçekle iç içe geçmiş bir hayalden ibaret.
Derinlere indiğimizde fark ediyoruz ki yıllardır büyük emeklerle ayakta tuttuğumuz
iyilik, doğruluk ve güzellik gibi değerler, günbegün zalimlik, bencillik, öfke
ve korku karşısında geri çekiliyor. Üstelik bu geri çekilme, çoğu zaman sessiz
ve derinden gerçekleşiyor; bu değerlerin yerini karanlık bir sıkışmışlık hissi
alıyor. Her şey de olduğu gibi hepimizin ortak çabasıyla büyütülüp korunması
gereken değerlerimiz çürümeyle birlikte gözümüz göre göre elimizden kayıp
gidiyor.
Süpermen beklemekle zamanı geçiren bir muhalif yapı demokratik düzenin
altın bir tepsi içinde sunulacağını düşünmekle hata yapar. Bir an önce içinde
bulunduğumuz ve görmezden gelinen demokratik gerçekliğimizi kabul edip,
yaşadığımız toprakları popülist yaklaşımların kurbanı etmeyecek bir bilinçle
adımlar atmak gerekiyor. Birey olarak demokrasiye yakınlığımız ya da
uzaklığımız elbette bilgi birikimi, yaşam deneyimi ve yaklaşımıyla doğrudan
ilişkilidir. Bu bireysel tutum, sosyal ilişkilerden aile hayatına kadar her
alanda olumlu veya olumsuz etkiler bırakabilir. Bu yüzden kendi demokratik
tutumumuzu hafife aldığımızda hem kendimize ardından demokratik yaşam düzenine
haksızlık yapmış oluruz. İçselleştirilmemiş her doğru kısır kalacaktır.
Çoğalması mucizelere yani Süpermen’e kalır.
Devletler de bireyleri de istekliyse demokratlık ve demokrasiyle
yüzleşmelilerdir. Bireysel tutumlarımız tek başına yeterli değildir elbette. Bu
öğrenmeyle telafi edilebilse de, devlet mekanizmasının demokrasi tutumu geri
dönüşü mümkün olmayan ciddi sonuçlar doğurabilmektedir. Bireyi nasıl ki
kurallar, yasalar bağlıyorsa aynı durumu devleti işler hale getiren bürokratik
yapının da bir şekilde bağlanması gerekiyor. Bu sözde değil öz de olmalıdır. Aziz
Nesin’in “Zübük” adını verdiği kişilerin adalet sistemini arkalarına
alarak demokratik yapıya kene gibi yapışmış olması en büyük handikabımızdır.
Demokratik sistemin sağlıklı işlemesinde fren sistemi her zaman çalışır
vaziyette olmalıdır. Nasıl ki araçlarda frenler olası tehlikeli durumlarda
devreye girmesi hayati önem taşıyorsa demokrasinin de fren sistemi hukuktur.
Terazisi şaşmayan bir hukuk sistemi demokrasiyi her şartta güvende tutar. Ancak
arabanın sahibi olan halk kendine ancak bagajda yer bulur. Arka koltukta kimler
yok ki… Halk şoför koltuğunu verdiği kişi veya kişileri kendi haline
bırakıp aracı onlara “eti senin kemiği benim” edasıyla teslim edip
yatışa geçtiğinde demokrasi acınacak hale düşer. Demokrasimizin Zübükler’den
arınmasının şartı hukuktur, “bağımsız-özgür-cesur hukuk frenidir.” Orada
Zübükvari yaklaşımlara asla müsaade edilmez. Bu bağlamda, hukuk devleti
iddiası taşıyan bir yönetimin demokrasinin yanında adalet sistemine de sıkı
sıkıya bağlı olması gerekiyor.
Kâğıt üzerindeki yasaların varlığı tek başına bir devleti ne demokrasiyle
yönetilen ne de gerçek anlamda bir hukuk devleti yapmaya yetmez. Hukukun
üstünlüğü ve demokratik değerlerin samimi bir şekilde benimsenmesi hem bireysel
yaşam hem de toplumsal düzen için hayati önem taşır. İşte bu yüzden, demokratik
bir düzen süs malzemesi değil, toplumun tüm alanlarına nüfuz etmiş köklü bir
yaklaşım olmalıdır. Her şey kendimizi değiştirmekler başlar. Sözde mi özde mi
demokratız. Yazıyı “ZÜBÜK” filminden Kemal Sunal’ın bir repliğiyle
bitirmek yerinde olur. “Zübüklerden
kurtulmanın birinci çaresi önce kendimize bakmak; kendi zübüklüğümüzden
kurtulmaya çalışmaktır.”

0 Yorumlar