Sadi Şirazi'nin söylediği gibi, “mesele
sadece cehaletle bitmiyor; asıl sıkıntı, bilmediğimizi fark edememek ve
bilgisizliğimizi bilgelik zannetmektir.” Cevizin içinde yaşayan bir
kurt gibiyiz. Oranın küçük, dar ancak güvenli dünyasında huzurlu hisseder,
kendimizi yeterli ve tatmin olmuş bir halde buluruz. Oysa bu sınırlı dünyanın
sıcak konforuna gömülmüşken, kabuğun dışındaki dünyanın gerçeklerini keşfetme
şansını belki de elimize hiç yakalayamadık/yakalayamayacağız.
Sınırlı yaşam alanımızı kendi
seçimlerimizle kutsallaştırır, alışkanlık adı altında tabulaştırdığımız
kalıpların içinde bir hayat tüketiriz. Bu süreçte, yalnızca zamanımızı değil,
aynı zamanda ruhumuzun derinliklerine kazınmış olan gerçek benliğimizi de yavaş
yavaş yitiririz. Hayatımız, farkına varmadan anlamını kaybederken biz de öz
varlığımızdan uzak, mekanikleşen bir döngünün mahkûmu olmaya başlarız. Her şey
birbirinin aynısı, benzeri olmak zorundaymışçasına bağlanırız. Bir süre sonra
akıl bu ayrımı yapamayacak kadar taşlaşmaya başlar. Arzular bastırılır, ruh
manevi huzur için arayış içine girer. İlk limanı inanç dünyasının uçsuz
bucaksız denizlerinde arar. Çoğu sığınacak bir ada bulurken daha derinlere
gitmek isteyen deli akıllılar için bir liman hiç olmamıştır.
Akıllar pazara çıkmış, herkes yine kendi
aklını almış. Bu kısa ve anlamlı hikâye, aslında kendimize ne kadar değer
verdiğimizi ve her durumda kendi benliğimizi ön planda tuttuğumuzu ifade
ediyor. Hayatımızdaki meslek seçimlerimizden yeteneklerimize, ilgi duyduğumuz
alanlardan hayata dair yaptığımız hemen her şeye kadar tüm tercihlerimiz, bir
anlamda aklımızın işleyişine duyduğumuz hayranlığın bir yansımasıdır. Ancak
burada durup düşünmemiz gereken önemli bir nokta var: Kendimize verdiğimiz
değer ile başkalarının bize biçtiği değer arasında bir dengeden söz edebilir
miyiz? Bu durumu ne kadar tarafsız ve objektif bir şekilde
değerlendirebiliyoruz? İşte bu, üzerinde düşünülmesi gereken kritik bir
meseledir. Belki de farkına varmadan kendimize gereğinden fazla önem atfederek
bir ömür sürüyoruz.
Bize lütfedilen bu aklı ne oranda
kullanıyoruz. Her taraftan bilgi akışı sağlanan bu organı yeterince
işletebiliyor muyuz? Kafatasımızın içinde bulunan bu madeni dışarıya
çıkarılınca değer kazanacağının farkında mıyız? Bir bilgisayarda herhangi bir
işlem gerçekleştirmek istiyorsak son yaptığımız hamle "ENTER"
tuşuna basmaktır. Aksi halde bilgisayar, bizden gelen komutu anlamlandırıp
işleyemez ve herhangi bir sonuç alamayız. Bunun oldukça basit gibi görünen bu
mekanizması, aslında hayatımızda da önemli bir metafor oluşturur. Birey olarak
sahip olduğumuz düşünceleri eyleme geçirmediğimiz sürece, istediğimiz ya da
hayal ettiğimiz sonuçlara ulaşmamız mümkün değildir. Tıpkı bir nesnenin olduğu
yerde hareketsiz bir şekilde durması gibi, düşüncelerimiz de yalnızca
zihnimizde kaldığı sürece hayatımıza yön vermez. Ancak insanı sıradan
objelerden ayıran en temel ve değerli özelliklerden biri, düşünebilme ve bu
düşünceleri davranışlarına, eylemlerine aktarabilme becerisidir. Bu beceri,
bireyin kendi yaşamını şekillendirme gücünü ortaya koyar.
Klasik anlamda alışkanlıklar, gelenekler,
konfor alanlarımız, kaygılarımız, korkularımız ve üzerimizdeki baskılar,
içimizdeki gerçek "ben"i boğan unsurlar olarak dikkatimizi
çekiyor. İçimizdeki o saf benlik, aslında bunları aşmaya çalışırken "Ben
bu değilim!" diye haykırıyor. Ancak ağzımız ve dilimiz buna uygun
bahaneler üreterek bizi biz olmaktan uzaklaştırıp, korkak ve çekingen bir birey
haline getiriyor. Oysa bilmemiz gereken şudur: Herkes kendi dünyasında zaten
bir kral ya da kraliçedir. Ama bu, dış dünya için hiçbir anlam ifade etmez.
Senin kim olduğunu gerçekten ortaya koyan
şey, gücünü "egemen" ilan eden bu kimi zaman en yakınların
kimi zaman da bağlı olduğun veya olmak zorunda kaldığın otoriteler karşısında
sergilediğin tutumdur. Yoksa sabah akşam kendimizi kral ilan etsek de güç
karşısında sözde kralın/kralların yanında soytarıdan farksız hale gelmeyiz. Ve
bu durumda farkında olsak da olmasak da fazlasıyla gülünç oluruz. Bunu görmezden
gelip kendimize biçtiğimiz değeri kimi zaman haddinden fazla önemseriz veya
başkalarının gözünde ne kadar kıymetli olduğumuza dair bir inanışa kapılırız.
Esas özgürlüğümüz bize biçilmiş çok da
benimsemediğimiz kalıplardan sıyrılabildiğimiz ölçüde mümkündür. Her ne kadar
güçlü olduğumuzu hissetsek de doğada yaşayan bir kuş kadar özgür olmadığımız
çok açıktır. Bir kuşun kralı, ağası, paşası ya da amiri yoktur. Hiç kimseden
emir almaz, kimseye boyun eğmez; kul olmayı kabul etmez. Doğasına uygun şekilde
yaşar ve hayatı doğal olarak akar. Oysa bizim doğamız dediğimiz şeylerin çoğu
bize öğretilmiş ya da dayatılmıştır. İsterseniz buna "öğrenilmiş
çaresizlik"; isterseniz “başkalarının çıkarları doğrultusunda
sınırlandırılmış seçenekler bütünü” deyin.
Çoğu zaman konfor alanımızın güvenli
olduğunu düşünerek, muhtemel kötü senaryoların korkusuna kapılıp pasif kalmayı
seçiyoruz. Ve bunu bilerek, isteyerek yapıyoruz. Ancak bu davranışın getirisi
aslında bir prangadan ibarettir. Hayatın sonunda yani ölüm döşeğinde, yıllardır
ayakta tutulmaya çalışılmış olan bu sahte düzen yıkılır ve pişmanlıklarımız
solistlik yapmaya başlar. İşte o zaman koskoca ömrün "beş para etmeyen"
bir hikâyeye dönüştüğünü anlayacağız.
0 Yorumlar