Timur,
ordusundaki fillerden birini, Nasreddin Hoca'nın memleketine gönderir. Fil o
kadar büyük, o kadar oburdu ki, köyde ne kadar ot, saman varsa, hepsini silip
süpürür. Bu duruma köylüler daha fazla dayanamazlar. Nasreddin Hoca'yı da
önlerine katarak, Timur'a şikâyet için yola çıkarlar. Nasreddin Hoca'ya destek
olacaklarına söz veren köylüler yolda birer ikişer sıvışırlar.
Tek başına
kalan Nasreddin Hoca, Timur'un huzuruna alınır. Timur'un o gün çok sinirli
olduğunu gören Hoca, şikâyeti bir tarafa bırakıp:
“Köyümüze
gönderdiğin filden bütün köylüler çok memnun kaldılar. Yalnız, zavallı hayvan
tek başına yaşıyor. Hayvancağız için bir de dişi fil gönderilmesini istiyoruz,
işte bunu arz etmek için huzurunuza geldim,” der.
Bu sözlere
çok sevinen Timur, hemen yanındakilerine, Nasreddin Hoca'nın köyüne bir fil daha
gönderilmesi için emir verir.
Nasrettin
Hoca’nın bu fıkrasında hem güldürürken hem de düşündürüyor, içimizdeki orta
yolcuların korku ve kaygıların esareti altındaki çırpınışlarını çok iyi
yansıtıyor. Önceden askere gidecek gençlere öğüt verilirdi. Ne çok şey bil ne
de çok aptal görün arada kal, ne en önde ne de en arkada ol; ortada kalmak her zaman iyidir. Güç ve otorite
karşısında da görmezden gelinmek kolay kolay fark edilmemek iyidir. Onların
gözünde de yarım adam/insan olmak iyidir. Aslına bakılırsa fizik kanununda
geçerli olan bir boşluğu doldurmaktan öte bir karşılığın yok, olmamalı da. Varla
yok arasında kalmak herkes için uygun görülür. Bu gerçekle ne oranda yüzleşebiliyor
muyuz, önemli olan kısım burada karşımıza çıkıyor. Gücün otoritenin
yanında/karşısında asıl soru, senin kendini nerede/nasıl gördüğünle alakalıdır.
Yaşam formumuzu şekillendiren gerçek tam da burada saklıdır.
Korkan ve
bunu belli etmemeye çalışan insan uzaktan veya camın ardından izlemeyi tercih
eder. Ülkenin, halkın yürütülen politikaların neye karşılık geldiğini hep
uzaktan izler. Kendini bunu dışında görür. Fırtınanın yakınında olmadığını; olsa da camdan
dolayı pek etkilenmeyeceğini düşünür. Oturduğu yerden hâkimlik, savcılık,
gazetecilik yapmaya bayılır. Dedikodu yapacağı kendi ayarında bir sürüyle
hareket eder. Camın ardı oldukça kalabalıktır. Oradan bağırıp çağırsalar da seslerini
otoritenin duymasını istemezler. Bilirler ki “Cam kırılır yen içinde kalır.”
İnsanların sırtında gizli bir kantar vardır. İlk andan itibaren birbirini tartmaya başlarlar: iyi, kötü, güzel, çirkin, öfkeli, sevecen, onurlu, sapkın, yalaka, yandaş, koyun, kurt, tilki, eşek, aslan, çınar, kabak, karakterli, çıkarcı, yanardöner, kemiksiz, omurgasız… İçlerinden en tehlikelisi bunların çoğunu içinde barındırabilen ‘ZEKİ AMA ÇALIŞMAYAN ORTA YOLCULAR’dır. Bu tipler her yerde, her ortamda yaşamayı beceren sülük gibidir.
Düşünsenize çok zeki olduğuna inanıyorsun; alanında neredeyse otoritesin, her konuyu
yalayıp yutmuşsun, işin ehlisin ama gıkını çıkaramıyorsun, korkaksın, eğriye
eğri, yalana yalan, yanlışa yanlış diyemiyorsun; hele bir de yaşını başını alıp
da susuyorsun. Nitelikli İnsan olma vasfını tekrardan sorgulamak gerekiyor.
Hani bir söz vardı; bir Alman Nazi bir kafede oturup ırkçılık yapıyor kafedeki
dokuz Alman sessiz kalıyorsa orada on Nazi vardır. İşte orta yolcularımızın
içinde bulunduğu durum da bundan farksızdır. Kendi halinde yaşamak yozlaşan,
evrensel değerler sisteminin çürümesine göz yummaktır aynı zamanda.
Düşüncemiz üç
zeminde ete kemiğe bürünür. Birincisi “ZEK”
maşallah bu konuda hemen hepimizin kimse eline su dökemez. İkincisi “BİLİNÇ” bunu farkındalık olarak da
nitelendirebiliriz. Hemen her şeyin farkındayız da. Bilmediğimiz bir şeyin
olduğunu düşünmeyi dahi hakaret kabul ederiz. Sonuncusu en garibanı diyebiliriz;
o da “EYLEM”. İlk ikisinde
gösterdiğimiz performansın ve gururun binde birini üçüncü de göremiyoruz. Çoğu
zaman korku ve kaygıları ikiyle üçün arasına kaynak yapmayı tercih ettik. Kişilik
ve karakter sorgulamasının yapılacağı asıl alan belki de burasıdır. İş kaçışımıza,
ortada durmaya, arada kalmaya zemin hazırlamak olduğunda zekâ ve bilincin
işbirliğiyle anında sıvışma eylemi gerçekleşebiliyor. Üçlü sacayak burada uyum
sağlayabilmekte. Anında türlü bahaneler, mazeretler ardı ardına
sıralanabiliyor. Tüm bunlar kendi gerçekliğimizin, acizliğimizin,
korkaklığımızın kılıfıdır aslında.
Aynaya
baktığımızda hemen her şeyi bilen, her konuda fikri olan biriymiş gibi
görünüyoruz. Kafamızın da zehir gibi çalıştığından da hiç şüphemiz olmuyor.
Anladığımız kadarıyla öyle ahım şahım kitaplar okumaya da pek ihtiyaç yok.
Elinden kitap düşürmeyip de yerinde sayan on binler olduktan sonra pek anlamı
da yok sanırım. En azından bunun farkında olmak da önemli diye geçiyor içimden.
Bazen içinde bulunduğumuz dünyada ne olduğumuz, bir karşılığımızın olup
olmadığını varsa ne kadar olduğunu sorguluyorum. Âlemin kralı mı, yoksa bir
kurtçuk mu veya gezegen içinde bir virüsten mi ibaretiz? Kesin olan bir şey
varsa o da ne olduğumuza dair net bir karşılık bulamadığımızdır.
“İnsanız”
kavramının altına sığınarak bir değer kazanmanın peşinde olduğumuz yaygın olsa
da birbirimizden utandığımız o kadar çok alan var ki çoğu zaman insanlığımızdan
utanır hale geliyoruz. Her ne olursa
olursak olalım dış dünyamızda kendimizi özellikle de ele güne karşı bir
yerlerde konumlandırıyoruz. Hiçbir zaman altlarda olmayı/kalmayı kabul etmedik.
Az çok kendimizi beğenen tarafımızın olduğuna inanırız. Kimi zaman burnumuz
havada gezdiğimiz de olmuyor değil. Hele sosyal medyada görünmek istediğimiz şekilde
tutuyoruz aynamızı. Herkesin oradan bakmasını yeğliyoruz.
Kendimize değer atfettiğimiz oranda değer kazanacağımızı umuyoruz çoğunlukla.
Bazen Türk Lirası kıvamında olduğumuzu hissediyorum. En değerli banknotumuz 200
liranın şatafatlı bir görünümü olsa da ederi yani karşılığı pek yoktur. Adam
akıllı karnımızı dahi doyuramayız. Hayatın içinde kendimizi çoğu zaman 200 lira
gibi görmekle birlikte kuru fasulye gibi nimetten de zannediyoruz. Bazen öyle
havalara giriyoruz ki küçük dağları da biz yarattık desek hiç de yanlış olmaz.
Bir anlığına bu dünyadan ayrıldığımızı düşünürsek dünya için, çevremiz için,
yeri kolayca doldurulan, kısa zaman sonra unutulan, herkesin birkaç güne rutin
hayatına döneceği oranda bir karşılığımız olduğunu görmek hiç de zor değil.
Belki o zaman mücadele ettiğimiz, yıprandığımız, değer atfettiğimiz çoğu olaya,
olguya, kişiye, değere hayıflanacağız. Vay be meğer ederim bu kadarmış aslında diyeceğiz.
Hayat
içerisinde olgun başaklar gibi büyüdükçe başımızı eğeceğimize kabalaşmayı,
ezmeyi, yüksek perdeden bakmayı en kötüsü insana, insanlığa, doğaya saygı
duymayı, onları değersizleştirmeyi tercih ediyoruz. Hayata dair olması gereken
temel insani değerlerimiz, tutumlarımız, duygularımız ve hayallerimiz
kimle/neyle karşılaştığımıza göre değişiyor. Rüzgâr nereden esiyorsa oraya
döner hale geliyor. Ejderha hissedip ağzımızdan alevler çıkarken bir anda böceğe
de dönüşebiliyoruz. Korku ve kaygı ikliminin hâkim olduğu mevsimlerde üçüncü
sınıf demokratlar orta yolcu olmayı yeğliyor. Bunlar devlerle böcekler arasında
sıkışan tek hücreli canlılardır. Çok çabuk çoğalırlar. Pusuda bekleyen nankör
kedi misali ciğerin peşindelerdir. Kemikleri yoktur her an her tarafa
dönebilirler. Rüzgârdan en çabuk etkilenen türlerdir. Sahip oldukları konfor
alanını kaybetmeme adına kişiliklerinden, onurlarından, ilkelerinden,
değerlerinden taviz vermeyi çok da önemsemezler. Sessiz kalmayı, kuyruk
kıstırmayı normalleştirenlerle hareket ederek arada kaynayıp sırıtmadıklarını
düşünürler.
Çoğu zaman haklı
veya doğru çıkmak/çıkmamak çok da umurumuzda olmaz. Her konuda hakkında bir
şeyler biliyormuşuz havası yaratmak yeterli diye düşünürüz. Bu yüzden konuşmaktan
da imtina eder; zihnimizde büyüttüğümüz “acabalarla” gözlerimiz açılırken
oradan sıyrılmanın yolunu ararız. Böylece
Dinliyor, hak veriyor gibi başımızı emme basma tulumba gibi sallama acizliğini
kutsamayı öğrendik. Ne mutlu artık üç maymun değiliz. Her şeyi
BİLİYOR-DUYUYOR-GÖRÜYORUZ, havasıyla gezip tozuyoruz ortalıkta. Bildiklerimiz
yanıldığımıza yetmese de kaçış yolumuz hazır: “Yav he he” deyip sıyrılmak…
Özellikle
bilinçli, duyarlı görünme maskesi altında gizlenenlerin başvurduğu orta
yolcular her ne kadar üzerini örtse de ortamına göre -temel haklar söz konusu
olsa dahi- içindeki ırkçı/dinci/yobaz ve korkak tarafı gün yüzüne çıkıyor.
Alttan alta beslediği karanlık tarafımızı kaçarak aklamaya çalışıyor. Amaları,
fakatları, lakinleri; ardı ardına sıralayarak faşist taraflarını kapamaya
çalışırlar. Bu tarz konuları tartışmak bir yana açıkça dile
getirilmesinden dahi içten içe rahatsız olan sözde demokrat, aydınlıkçı,
çağdaş, Cumhuriyetçi bu güruhun çoğu zaman girdiği kaba göre şekil aldığı
görülür. Baskılar karşısında cesaretten azade “korkularının” ardına sığınırlar.
Her an sırtlarında taşıdıkları amaları/fakatları dile getirir. Bu entelektüel
tayfa maalesef sosyal hayatın her alanında korku ve kaygıyı diri tutup içindeki
yobazı beslemeyi sürdürür.
Kendi ayarında olanlarla kalmak, birbirini alkışlanmak, incir çekirdeğini doldurmayacak yerli ve milli muhabbetlerle pohpohlamak, hatta güzellemeler yaparak ne şiş ne kebap yansın ayarında yaşamak, onlar için çok daha kolay ve risk taşımayan bir tercihtir. Sessiz kalmanın yok saymakla eş değer olduğunu anlamayacak kadar zeki(!) olan bu tipler uzaktan birkaç paylaşımla kendini temize çıkarmanın vicdani rahatlığıyla çayını/kadehini yudumlayabiliyor. Derin konuşmak, tartışmak fikir yürütmek, itiraz etmek bunlar için hak getire. Belki de tek tesellileri azımsanmayacak bir kitle olmaları. Onurlu direnmenin, mücadelenin yürütüldüğü yerlerden sıvışmanın adı “Ben her şeyin farkındayım, fısıltısıdır. Onu da kulağınıza söylerler. Zar zor duyarsınız seslerini. O an içimizden yüzüne haykırmasak da “Yav he he” senin maşallahın var; mükemmelsin, harikasın, duyarlısın, haykırışın tusunamiler yaratmasın aman ha, kurbanın olayım arkadaşım demek geçer içinden...
Farkında
olmadığımızı düşünsek de birbirimizle oyun içinde oyun oynuyoruz. Kendi
karakterimizi, düşüncelerimizi yarım yamalak ifade ederek dolaşan milyonlarca
tipten biriyiz aslında. Fikri olup da zikri olmayanların sessizliği var
toplumda. Gerçekleri gördüğünü bilip de üstünü örtenlerin gücü. Çirkin
yanlarımızı allayıp pullamayı becerenlerin tınmayan korkunun gücü. Hepsi
aramızdalar bize çok yakınlar aslında. Etrafındakiler aptalmış gibi yaşıyorlar.
Kurdukları korkaklar kulübünde mazeret fabrikaları çalışır yedi- yirmi dört.
Kralın çıplak olduğunu fısıldarlar kendi içlerinde. Cesaret meydanında elleri
ayakları titrer, yutkunurlar, kekelemeye başlarlar.
Bir yandan
da bu durum beni güldürüyor. Gerçekleri kabul etmekten kaçınan, ama
vicdanlarını "Ben uzaktan izler sessiz sedasız desteklerim. Aman sonra
ekmeğimden falan olurum; neme lazım." diyerek avutmaya çalışanlar dört
bir yanda. Onların iç sesi muhtemelen şöyle diyor: "Aslında buradayım,
ama korkmuyor da değilim. Arada kalmak/beklemek iyidir. Elimi taşın altına
sokmam, çünkü birileri nasılsa yapıyor. Ben ve benim gibiler de aradan
sıyrılıyor nasılsa. Kimse hakkımızda olumlu olumsuz bir şeyler diyemez nasılsa
Araf’ta kalmanın hiçbir riski yok. Ayrıca ne gerek var? Hem herkes sorumluluk
sahibi olmak zorunda mıyım? Arada bir çay keyfi sırasında otoriteye karşı ciddi
eleştiriler yaparak vicdanımı rahatlıyor," Bu trajikomik durum çoğu zaman
okumuş yazmış, üniversite bitirmiş, kendini akl-ı selim olarak
gören/niteleyenler yiğit insanlar tarafından sergileniyor. Onlar için üzülmek
mi gülüp geçmek mi gerekiyor bilemiyorum.
Bildiklerimiz çoğu şey hayatın gerçekliği karşısında yanıldıklarımıza yetmiyor veya anlamsız kalıyor. İşte o an, "Yav he he" deyip geçmek en mantıklısı gibi görünüyor. Çünkü derinlere indikçe boğuluyoruz. İnsan vasfının niteliklerini sorgulamaya başlıyorsun. Anlıyoruz ki hayatı anlamlandırma ve yorumlama yetimiz, hem bireysel kimliğimizi hem de toplumsal duruşumuzu şekillendirerek bizi bir yere taşır. Bu yolculukta ilerleyeceğimiz yönü ya da durmamız gereken noktayı belirleyen yine bu yetinin kendisidir. Eeee! Ne diyelim, selam olsun ortada kalıp da karnından konuşanlara...

0 Yorumlar