Ölüm, ne garip şey değil mi anne? Ahmet Kaya’dan
dinledik Şafak Türküsü’nü; o, sürgünün sert ve merhametsiz kollarında kayboldu
ve sesini bir daha ulaşamayacağımız uzak diyarlara bıraktı. Tıpkı Yılmaz
Güney'in yaptığı gibi... Onun hikâyelerinde gurbeti, açlığı, sefaleti; ağasını,
paşasını, puştunu gördük, yaşadık. Sahnesinden dahi korktuk gerçekliğimizin. O
da bıraktı tüm hatırasını Paris’in özlem dolu, hüznün gölgesindeki sokaklarına.
Bilirsin anne, serttir Anadolu toprağı, güneşi kavruk
yapar çocukları, nasırlı ellerle sevilir bebeler. Göz görmese de, sert bakışlar
altında yatan şefkati ısıtır yürekleri. Kucaklar bağrı yansa da yedi düveli.
Dayanıklıdır acıya, zulme direnir, bilir ki evlatları barışa güvercin olmuştur.
Geceleri yıldız olup aydınlatmıştır semayı. Biliyor musun anne, Sırrı
Süreyya Abe’yi de uğurladık semaya.
Yanağımıza konan küçük gülümsememizi yitirdik onunla. Komik sahneler ardına saklamıştı acıyan yüreğini. Acılara, işkencelere, kelepçelere, göz altılara dahi gülüp geçti. İnanıyordu barışın güvercini konacak savaşın tepesine.
Cezaevlerinde yazdığı senaryolarda açtı çiçekleri.
Arıların o çiçeklere konup bal yapacağına inandı her zaman. Yüreğinin yangını gülmeyi
unutturmadı ona. Peki ya gülümsetmek hiç bu kadar kolay olur muydu sanırsınız o
olmasaydı. Nasıl renk kattıysa kasvetli, soğuk, ikiyüzlü, donuk, boğucu,
nezaket fakiri siyasetimize. Gökkuşağının yedi rengi bile onun kadar
renklendirmedi koca, yaşlı, şişko dünyamızı. Biliyor musun anne, Sırrı
Süreyya Abe de gündüzün güvercini gecenin yıldızı oldu.
Ölüm ne kadar garip şey değil mi anne? Hiç
ölmeyecekmişiz gibi pervasızca harcayıp ölüme değer biçen bu düzen
sence de garip değil mi? İnsanları yaşamları boyunca acılarla sınayıp,
çaresizliğin tam ortasına itmek, sonra da yas tutarak anmak... Ucuz
politikaların arkasına saklanmak sana da tuhaf geliyor değil mi anne?
Yaşar Kemal’i de böyle çok sevmiştik, hatırlıyorsun
değil mi? Postunu yerden yere vurup astık duvarımıza. Oysa İnce Memed’in
eşkıyalığında rahat uyumuştuk Çukurova’nın gariban ırgatlarıyla. Derin bir
nefes almıştık dört ciltlik romanı okurken. Mehmet Uzun'u da okuduk soluksuz. O
da sürgüne gitmedi mi Kürtçe romanlarının hatırına. Nazım Hikmet, Ahh Nazım!
Kaç yılını dayadı zindanların soğuk duvarlarına sırtını. O da yaban toprağına
taşımadı mı memleket özlemini?
“Sen esirliğim ve hürriyetimsin
Çıplak bir yaz güneşi altında yanan etimsin
Sen memleketimsin
Ela gözlerinde yeşil hareler
Büyük mağrur ve muzaffer
Erişilmedikçe erişilmeyecek olan
Hasretimsin”
Ya Hrant Dink’i güvercin ürkekliğinde yaşatan biz değil miydik? Şimdi ise Selahattin, o bildik yolda sessiz adımlarla yürümüyor mu? Can Atalay da aynı hikâyenin başka bir yüzünde, karşımıza çıkan başka bir acının sahnesinde yer almıyor mu?
Ama neden anne, neden böyle? Söylesene anne,
yokluk nasıl değer katabilir varlığında olmadığı kadar. Musalla taşında susan,
öfke kusan diller nerede şimdi. Gözlerinden ateş çıkanlar, hani o yumruk sıkan
eller... Söyle anne, dövmeden de
sevebilecek miyiz birbirimizi?
İnsanları yaralamadan, kalplerini kırmadan ya da
özgürlüklerini ellerinden almadan sevmeyi neden öğrenemiyoruz? Neden
varlıklarını, bileklerine kelepçeler geçirip, soğuk zindanlarla tanıştırmadan
ya da bedenlerini tüketmeden ve onları hasret dolu türküler söylemeye mahkûm
bırakmadan kucaklamıyoruz? Söyle anne ne olur söyle vicdanları cenazelerde
aklanmak sana da garip gelmiyor mu?
0 Yorumlar