
Teknolojiyle gelişen ve değişen dünyamıza duygularımız da, hislerimiz de, değerlerimiz de ayak uydurmuşa benziyor. Sizce de biraz durmalı, duraksamalı mı? Bu öyle devam ederse insanlık adını verdiğimiz koca değer sadece biyolojik insana dönüşeceğe benziyor. O zaman kutsal yaratılmış olan insan tüm varlığını yeme içme ve üreme üzerine inşa edecektir. Hani, gündelik hayatımızda biri karşımıza çıkıp içtenlikle "Nasılsın?" diye sorduğunda, çoğunlukla gerçek duygularımızı paylaşmaktan çekiniriz. Soru her ne kadar samimi görünse de, bu sorunun derinliğini anlayan ya da cevabını hakkıyla dinlemeye gönüllü biriyle karşılaşmak oldukça nadir bir olay. Peki ya siz? Hayatınızda, gerçekten bu sorunun içten bir şekilde sorulduğu ve sizin de tüm samimiyetinizle yanıt verdiğiniz bir an yaşadınız mı?
Aslında, en
basit sorular karşısında bile yaşam sevincimizi, içimizdeki güzelliklere dair heyecanımızı
kaybettiğimizi fark ediyoruz. Günlük rutinlerin ağırlığı altında, bize ne
hissettiğimizi hatırlatacak bu tür küçük ama önemli hatırlatıcılarla sıkça karşılaşıyoruz.
Belki de "Nasılsın?" sorusuna içtenlikle cevap verebilmek, hayatımıza
daha derin bir anlam katmanın ilk adımı olacaktır. Oysa geldiğimiz nokta
neredeyse geri dönülmez boyutlara ulaşmıştır. Görmüyoruz, duymuyoruz, anlamıyoruz;
dolayısıyla da hissetmiyoruz…
Doktorlar genellikle
bedenimizin sıcağı, soğuğu, acıyı hissetmiyor olmasını periferik sinirlerin hasar
görmesiyle ilişkilendir. Vücut bunlara tepki vermeyerek hissizleşir, yok sayar.
Normal değilsindir artık. Hastasındır ve tedaviye ihtiyacın vardır. Hissetmediğin
şeyler anlamını yitirir. Anlamını yitiren kavramlar yaşama da etki etki etmez. Benzer
durum duygu dünyamızın da başında. Bizi diğer canlılardan ayıran en önemli
özelliğimiz olan değerler silsilesine dair hissiyatımız da hızla kayboluyor. Ve
bu durumun bulaşıcı olması içine sürüklendiğimiz tehlikenin boyutunu daha da
arttırıyor.
Sosyolojik birlikteliğimizi temellendiren esas unsur ihtiyaçlarımızdır. Birbirimize olan ihtiyacımız azaldıkça sosyolojik kopmalar da beraberinde gelmektedir. Temel biyolojik ihtiyaçlar sağlandıktan sonraki varlık arayışı sadece beğenme ve beğenilme üzerine örülmüştür. Bireyler arasındaki iletişim de sanal yolla sağlandıkça ses, sesin tonu, onun getirdiği sıcaklık hissiyatı da ortadan kalkmıştır. Artık yüzümüzde nice anlamlar yüklediğimiz mimiklerimiz dahi işlevini yitirmeye başlamıştır. Bilişim ve teknoloji insanı programlamayı başarmışa benziyor. İnsan bu kez üretici değil tüketici pozisyonuna geldi. Yeni insan hisseden değil, hemen her şeyi ekran üzerinden okumadan, anlamadan, üzerinde düşünmeden izleyen parmağıyla kaydıran duygusuz bir akışın içinde sürüklenen bir profile dönüştü. Ruhsuz, hissiyattan yoksun, tepkisiz... Bir avatar gibi yaşamaya yönelmiş, koskoca hayatı dokunmadan, hissetmeden sadece tüketen bir robot…
Teknolojiyi
ruhsuzlaştıran biz miyiz, yoksa biz ruhumuzu teknolojiye mi feda ettik?
İnsanlık dijitalleşirken, insan olmayı unutmaya başladı belki de. Yenidünya
düzeninde olaylara ve durumlara verdiğimiz tepkisel yaklaşım,
alışkanlıklarımızla ne kadar zıt bir çizgide duruyor değil mi? Eski bizle şimdiki
biz arasında ne kadar uçurum oluştuğunu fark edebildik mi dersiniz? Değişim
bizi nasıl da sarıp sarmaladı. Nasıl da kapıldık seline sanal dünyanın
cazibesine. Duygusal yapımız kadar hissiyatlarımız da yoksullaşmadı mı? Artık
etkileme ve etkilenme eşiğimiz de bir o kadar değersizleşmedi mi? kim ne kadar
söz dinler oldu değil mi? Hele de bu durum yeni kuşaklarda daha belirgin göze
batmıyor mu? Onların gözündeki pozisyonumuzu bir düşünelim; anlamamak ve anlaşılmamak
arasında sıkışmıyor muyuz?
Anlamaya
çalışıp da anlayamadığımız ancak sizi çok iyi anlıyoruz dediğimiz yeni nesil
duygudan uzak tam anlamıyla bir makine görüntüsü veriyor. Sanki içinde duygudan
azade sadece komutlarla çalışan bir yazılım var. Bir düğmeye bas,
"evet" desin. Bir ekran göster, tepki versin. Ama içinden bir şey
geçmesin, yüzü bile kıpırdamasın. Çevresinde olup bitene karşı bu kadar
ilgisiz, bu kadar hissiz bir duruş... Bazen gerçekten ürkütücü geliyor.
Düşünsene, gözünün önünde bir olay oluyor, bir çocuk ağlıyor mesela ya da bir
yaşlı yardım istiyor, ama yüzlerde bir kıpırtı yok, tepki yok, merak o da yok.
Bu sahne bir ölçüde bizi de kapsamına almaya başladıysa işler daha da sarpa
sarıyor demektir.
Nereden
nereye gelmişiz, kendi çocukluğumuz değer yargılarımız, yaşanmışlıklarımız daha
dün gibi aklımızda. Zaman makinesinden geçmiş gibi her şey önceden hazırlanmış,
önlerine altın tepside sunulmuş gibi. Bir elmayı hiç kendi elleriyle soyup
yememiş, yumurta kırarken "of kabuk kaçtı içine" diye hayıflanmamış.
Ellerini kirletmeden büyümüş bir nesilden söz ediyoruz. Hâlbuki hayat biraz da
o kabukla uğraşmak değil midir? O elmayı soyarken bıçağın kayganlığıyla
mücadele etmektir bazen. Ama yok... Her şey hazır: Uygulama hazır, yemek hazır,
eğlence hazır, hatta duygular bile hazır paket gibi servis ediliyor. Artık ne
sevincimiz gerçek, ne hüznümüz, tam anlamıyla fastfood bir yaşam.
Ahh! 90’lı
yıllar… Orada geçen çocukluğumuz… Mahallemiz, arkadaşlarımız, konu komşu…
Oyunlarımız… Zemheride içimizi ısıtan samimi duygularımız… Şimdi nerede
dersiniz? Hepsini bir bir karanlığa göndermişiz. Ahh! Vicdanımız, ahlakımız
hele merhametimiz… Nerede unuttuk yardımseverliği, gülmeyi, gülümsemeyi,
selamlamayı ve misafirperverliği acaba bilen, duyan, gören oldu mu dersiniz?
Hepsini ittik değil mi elimizin tersiyle. Pek çok gerçeği, ahlak sınırlarını
aşan o kadar pisliği benimseyip normalleştirdi, hatta kılıflara uydurarak
görmezden geldik ki tüm bunlar bizlerin yeni yepyeni tutumlarımızın, hallerimizin,
değerlerimizin bir yansıması değil mi?
Bizler değiştik
mi, yoksa geçmişten beri var olan şeylerin farkında olmayan, toplumun
kandırılan kör, sağır ve dilsizleri miydik memleketin? Evet evet, belki de
sizler haklısınız gençler; aleni yapılan yolsuzluk, yancılık, yandaşlık, rant,
torpil, güçlü olanın haklı görüldüğü; haksız olanın cezalandırılmadığı hatta
ödüllendirildiği toplumda, hak edenin çalışanın hak ettiği kazanç ve mevkiye
ulaşamadığı herkesin bilip de umursamadığı hukuk sisteminin el etek öptüğü, kör
sağır ve dilsiz olduğu, torpilin havada uçtuğu bu düzensizliğin içinde
gençlerimizin, çocuklarımızın düzgün tepkiler vermesini, ahlaki hissetmesini
beklememiz hata. Af edersiniz iyiye güzele doğruya dair ne varsa içine ettik
galiba. Sonra da neden böyle vaveylalarıyla veryansın ediyoruz değil mi? Ama
yine de umut var diyorum. Bir romanın satır aralarında, bir dizenin tam
ortasında, bir resmin gölgesinde hâlâ ruh var. Hâlâ his var. Ve insan, her
zaman bir kıvılcımla yeniden hatırlayabilir kim olduğunu. Edebiyat, sanat,
şiirle kaybettiklerimizi kazanmak mümkün değil mi sanıyorsunuz?
Hani vardı
ya eskiden, bir şiir okurduk da yüreğimiz titrerdi. Sabahlara kadar şarkılar,
türküler dinlerdik. Onlarla aşardık dağları, taşları engin denizleri. Bir resme
bakar, "Bunu yapan ne hissetmiş acaba?"
diye düşünürdük. Şimdi ise o hissi yaşatacak şeyler değil, sadece
"kaydırılacak" içerikler arıyor gözler. Oysa edebiyat insana incelik
katar, sanat insanın içine nefes verir, şiir ise kalbe ince bir dokunuştur. İşte
bu yüzden sanat kıymetli. Çünkü o hâlâ hissettiriyor. Çünkü sanat, bizi bizden
önce anlıyor. Hâlâ hissedebiliyorsak, kurtulma/kurtarma ihtimalimiz vardır.
İçimizdeki o karanlık var ya, hani o içimizdeki iyinin, güzelin, doğrunun
üstüne çöken, biraz olsun aydınlanır. Çünkü hâlâ içimizde bir yerlerde
kıpırdayan o şeyi bir şarkıda, bir filmde, bir resimde, bir romanda, öyküde,
şiirde bulabiliyorsak umut her zaman vardır.
Bir şiirin
yarım kalmış dizesinde bulduğumuz boşlukla eksik yanımızı hatırlarız. Bir
sinema sahnesi öyle bir çarpar ki, perdede ağlayan o karakter yerine sen
susarsın. İşte o anda anlarsın bedeninden orada ama düşüncelerin, duyguların
seni başka yerlere götürdüğünü. Sanatın en büyük marifeti belki de bu.
Unuttuklarımızı, görmezden geldiklerimizi, üstünü örttüğümüz gerçeklerimizi
yüzümüze söylemesi. Hani bazen biri gelir de “Gözlerin çok yorgun bakıyor” der ya, işte sanat da onu yapıyor
aslında. Ama gözlerimiz değildir yorgun olan, ruhlarımızdır... Her sanat
ruhumuzun başka bir yerine derman oluyor değil mi? İçimizi dürtüyor, kendimizle
yüzleştiriyor ve “sen hâlâ hissediyorsun, gülüp, ağlayıp içlenebiliyorsun”
diyor. Ve eğer hâlâ bir şeyleri duyumsayabiliyorsak ölmemişiz demektir.
Evet,
biliyorum sizler gibi ben de farkındayım, hissetmek zorlaştı. Hatta lüks oldu.
Duymak, duyumsamak, gülmek, gülümsemek, sevmek, sevinmek, sevebilmek hatta
üzülebilmek... Çünkü hissetmek yaşanmışlıkla, empati kurma becerisiyle ve
ailenin temelden vereceği eğitimle mümkündür. Kaçmak, uzaklaşmak bir nevi
çaresizliğimizin dışa yansımasıdır. Sosyal hayatta, medyada, ekranlarda o kadar
çok insanlık dışı olaya şahit oluyoruz ki duygudaş olmadan uzaklaşıyoruz oradan.
Evet, anlıyorum “Ateş düştüğü yeri
yakıyor,” diyerek sıyrılıyoruz oradan. Bir cümleyle aklıyoruz kendimizi.
Kimsenin farkında olmadığını düşünerekten insanlığımızı çayımıza, kahvemize,
maçımıza, dedikoduların cazibesine mahkûm ediyoruz.
Belki de çözüm
bulamamak, etkisiz, yetkisiz, çaresiz kalmak, öyle hissetmek rahatsız
ediyordur. Cesur olmaktan, elini taşın altına koymaktansa; kaçmak en kestirme
yoldur. Adını koymasak da en çok da bunu yapmıyor muyuz? Korku ve kaygılara
mahkûm etmemiş miyiz elimizdeki son değerimiz olan vicdanımızı.
0 Yorumlar