Hayatımızda ileri boyutlarda düşünmeye yön veren temel
faktör coğrafyamız mı, biyolojik yapımız mı,
kaderimiz mi yoksa bilgi ve tecrübelerimizle oluşan irademiz mi? Belki
de kendimize soramadığımız sorular, zihnimizi kurcalayan anlam veremediğimiz
onca alışkanlıklarımız, mantık dışı nice uyduruk ritüeller -eğer tembel ve
irade yoksulu değilsek- bilginin, felsefenin peşinden gitme arzumuzu harlar.
Böylece hayata yüklediğimiz anlamlar onu nasıl sürdüreceğimizi de belirler.
Düşünce biçimimizi zamanın ruhuna ayak uyduracak
şekilde geliştirememek, bir nevi geriye gitmektir. Dünya çapında kabul görmüş
birlikte yaşama ilkelerine bağlı kalmak, hem bireysel hem de toplumsal
varlığımızın çağdaşlık ölçütü olarak kendini gösterir. Her birey, hızla değişen
yenidünya düzeninde bilgi ve donanımlarını sürekli bir üst seviyeye taşımakla
sorumludur. Buna karşı olmak veya direnmek ancak cehaletle açıklanır.
Özelde kendimizle, genelde de tüm hayatla iç içe
geçmiş karmaşık ilişkilerden doğan sorular, anlama isteğimizi besler. Bu anlam
arayışı; aslında hem bedenimize hem zihnimize hem de ruhumuza huzur veren bir
ihtiyaç gibi görünüyor. Bir şeyin ya hiç çalıştırılmaması ya da yarım
kapasiteyle kullanılması, doğal olarak nasıl ki üretim süreçlerini sınırlıyorsa
insan kapasitesi için de benzer durum söz konusudur. Toplumsal yapının en
dinamik ve belirleyici unsuru olarak insan türünün, düşünme faaliyetini tam
kapasite sürdürmediğinde de aksamalar meydana gelmektedir.
Bireyler nasıl hasta oluyorsa toplumlar da hasta
olmaktadır. Özellikle yanlış ve mantık dışı da olsa sorgulanamayan
alışkanlıklarımız, örflerimiz, gelenekleşmiş uygulamalar, saplantılı inanç
sistemleri ve ideolojiler içerisine yerleşmiş kanserli fikirler toplumu hasta
etmektedir. Hele de kanserin; krallar, firavunlar, diktatörler, gerici iktidarlar, ağalar, paşalar, şeyhler,
dinciler tarafından topluma bulaştırılıyor olması binyıllardır süregelen bir
alışkanlıktır. Toplumsal hafızayı hedef alan bu hücrelerle savaşmak herkesin
harcı değildir. İşin ucunda acı, zulüm, işkence hatta ölümler, katliamlar vardır.
Kurtulması çok zor olan bu hastalık ve türevleriyle
mücadele etmek ise bilimin ışığıyla aydınlanan kültür, sanat ve edebiyat
çalışmalarıyla mümkündür. Referans, her zaman bilim olmak zorundadır. Bilim,
etik dediğimiz öz saygıyı merkeze alan liyakatle taçlanan iradeyi de yanında
taşımak zorundadır. İşte bireysel kapasite etik değerlerden yoksun kullanıldığı
takdirde toplumsal öncelik yerini şahsi menfaat ve beklentilere bırakmıştır. Bu
defa gücü ele geçiren ayrıcalıklı kesim onu korumaya dair tarihsel ve sosyolojik
bağlamda önemli adımlar atmıştır.
Zihinsel algoritmamız yönetme yönetilme paradoksunu harekete
geçirerek kendine uygun bir düzen yaratmıştır. Tarihi süreçte toplumlar
totaliter, teokrasi ve mutlak monarşi ile yönetildiği ve böyle alıştırıldığı
için her ne kadar demokrasi anlayışı kısmen yaygınlaşsa da mülkiyet ve sınıf
kavramları demokratik sistem üzerinde etkisini devam ettirmektedir.
Bugün geldiğimiz noktada geçmişteki köle-sahip, maraba-ağa veya mürit-şeyh ilişkileri, yerini örtük bir şekilde zengin-fakir ayrımına bırakmıştır. Dünya nimetlerinden kimin ne kadar faydalandığı, faydalanacağı elde edilen konumla ve kazançla şekillenmektedir. Bu da her inancın her ideolojinin her yapılanmanın içinde bazen açık bazen de gizil bir şekilde kendini göstermektedir. Çok aykırı olmadığı sürece her sektör kendi içinde kendi burjuvazisini yaratmaya devam etmiştir ve edecektir.
Herkes kendi burjuvasını yarattığının farkında mı
dersiniz? Öyle ya, bir tarafın zenginliği, statüsü, gücü varsa, bizim de ona
denk, en az onun kadar "ışıltılı" burjuva hayatı yaşayan en az bir
temsilcimiz olmalı derdiyle fedakârlıklar yapılıyor. Burjuvasız bir inanç,
ideoloji ya da hareket toplum içerisinde ne kadar ciddiye alındığı aşikârdır.
Değer atfedilen kısım şatafat yani görsel boyuttur. İçinin ne kadar dolu olup
olmadığına bakılmaz. Bu yazıyı yazarken Tatar Ramazan Sürgünde filminde geçen
bir replik aklıma geldi. Koğuş ağası Abdurrahman Çavuş’un bir serzenişinde
Osmanlıyı ayakta tutan, üç kıtaya sahip olmasını sağlayan gücün ne dinle, ne
inançla, ne bağlılıkla değil de “LOKMA” ile mümkün olduğunu anlatması, her şeyi
özetliyor.
Bir burjuvaya bağlılık hastalığı bulaşmış maalesef.
Karşı fikirlerin burjuvasına laf ederken kendi burjuvamıza methiyeler
düzüyoruz. Herkes kendi doğrusunu lüksle, güçle, vitrinle süsleyip parlatma
derdinde. Sanki hakikati en iyi temsil eden zenginler, holding patronları,
inanç önderleri, mafyatik oluşumlar, sözde bağışlarla palazlanan dernek, vakıf
ve sendikalar da bunla birlikte popüler hale gelen sanatçılar, binlerce
takipçiye sahip sosyal medya fenomenleri kendi içlerinde kendi burjuva yaşam
formlarını inşa etmişler.
Onları burada tutan nedir ve kimlerdir. O binler,
yüzbinler veya milyonlar dediğimiz güruh değil mi? Kimi zaman adına halk kimi
zaman toplum dediğimiz çoğunluk. Kısaca mesele insani değerleri içinde
barındıran hakikat değildir. Yüzleşmekten kaçtığımız hakikatlerimizi bırakmış
klasik anlamda senin patronun, benim liderim, onun ağası, şunun paşası,
diyerekten sidik yarışından öteye gitmeyen bir hengâmenin içine girmişiz ne
yazık ki.
O yüzden sorulması gereken şu: Gerçekten bir değer
için mi yürüyoruz, yoksa başkasının yürüdüğü yolun gölgesinden kalmamayı mı
arzuluyoruz? Konfor alanları kıyaslandığında ortaya çıkan o ezik rekabetin
içinde mi sıkışıp kaldığımızın farkında değiliz. Belki de kendi burjuvamızın
peşinde koşmayı bırakıp, burjuvaya neden bu kadar ihtiyaç duyduğumuzu
sorgulamanın zamanı gelmiştir.
Birlik, beraberlik, dayanışmanın gücü hafife alındığı
sürece… Herkes kendi mahallesinin "elitlerini" alkışlarken, alt
tarafta emek verenlerin sesi duyulmaz hale geliyorsa, bu yarışın kazananı hep
burjuva olacaktır. İdeolojilerin korktuğu, dokunmadığı, dokunamadığı en güçlü
kesim burjuvadır. O orta direk demokrasilerde her zaman bir çıkış bulmuştur.
Ülkemiz özelinde de hukuk ve adaletin işlemediği alan eskiden beri tam da
burasıdır.
Her ayrışmanın ve değer atfedilen değerler silsilesinin
kendi içerisinde bu sınıf ayrımı belirgindir. Önemli olan bunu fark
edebilmektir. Görmek yetersizdir. Bunu gereği yapılmadığında alt/üste- fakir/zengine
hizmet eder, onu memnun etmek için çabalar. Üst akıl belirgin şekilde
zenginleşip tahtta otururken alt akıl; zekâsına, bilgi birikimine rağmen onun
daha rahat ve uzun tahta oturabilmesi için tüm yeteneklerini kullanır. Alt
sınıfta olanlar için alan açma yükseltme/yüceltme konusunda pek de istekli
olmayan üst sınıf (özellikle ekonomiye yön veren sermaye ve zenginleşen inanç
önderleri) yerlerini sağlamlaştırma adına kanun ve yasalarla birlikte dini
söylemlerin kullanarak oluşabilecek her türlü karşı duruşu baskılamaktadır.
Kabaca “Kurulu Düzen” adını verdiğimiz sistem
bileşenlerinin en büyük korkusu elde edilmiş konfor alanını kaybetmektir. Bunun
için her türlü yol, yöntem ve mücadele gayrı ahlaki de olsa, katliamlara da
varsa, mubah kabul edilmektedir. Her türlü faaliyet kılıfına uydurularak, basın
yayın organları aracılığıyla da manipüle edilerek iş ve işlemler
masumlaştırılabilmektedir.
Cennet vaadiyle eş güdümlü olarak sosyal hayatta
ekonomik olarak sınıf değiştirme alanı şans faktörü devreye alınmıştır. Şanslı
olmak, olduğunu düşünmek, düşündürmek, umut aşılamaktır. Fakirin maddi ve
manevi yönden doyurulacağını düşünmesi zengin olma, en azından o hayatı
sürebileceği hayalini kurmalarını sağlayacak diri tutmaları bazı spesifik
örneklerle de desteklemeleri korku ve kaygıyla birlikte sınıf mücadelesinin
toplumsallaşmasını engelleyen bir faktör olarak görülebilir. Modern toplumlarda
zengin fakir ayrımı ideolojik düşünceleri bireyselleştirdiği kadar
basitleştirmiştir de.
21. Yüzyılın ilk çeyreğinde Z kuşağı dediğimiz perspektifinde
baktığımız da iş-aş-ekmek paradigması yerini gez-toz-eğlen’e bırakmıştır.
Dünyanın yanıyor olması, havanın, suyun, toprağın yok olması verimsiz olması
kendi özel konfor alanını etkilemediği sürece yok hükmündedir. Geldiğimiz nokta
da yüzyıllar da geçse kimsenin konfor alanını bıraktığı ondan taviz verdiği pek
görülmemiştir. Teknoloji ve iletişim çağı bireye sanal âlemde mutlu olma
kapısını aralamıştır. Bu şekilde
kapasite kullanım alanları daha da daraltılmıştır. Kişi sanal duvarlarla
çevrilerek daha pasif ve etkisiz hale getirilmiştir. Bu da sistem lortlarının
konfor alanını daha da genişletmelerine olanak sağlamaktadır.
Bu noktada, "Azıcık aşım, ağrısız başım"
diyenlerin tercih ettiği yaşam anlayışını ele alabiliriz. Ulus Baker'in de
belirttiği gibi, eğer doğruyu sadece anne-babanızdan, geleneklerden ya da
dogmalardan öğreniyorsanız, ne arzulayacağınızı ve neyin arzulanmaya değer
olduğunu yalnızca bu kaynaklardan ediniyorsanız, bu ahlakın daha sığ bir
biçimidir. “Bu kadarı benim için yeterli," yaklaşımı, hayatı minimalist
bir çerçeveye indirir; oysa insanoğlu ‘daha fazlasını öğrenmek, görmek ve
hissetmek için potansiyel taşır’. Hayatla ilgili isteklerimiz, ihtiyaçlarımız
sahip olduğumuz bilginin yanında farkındalıkla doğrudan ilişkilidir.
Ancak istemek ve hayal etmek, birçok süreci tetikleyen
güçlü bir mekanizmadır. Mücadele etme güdüsü, bu noktada devreye girer ve
düşünmeye başlama sürecimizi ateşler. Ancak gerçek düşünmenin anlamayı
gerektirdiği unutulmamalıdır. Anlayamadığınıza inanmak nasıl bir hissiyattır ve
hangi temellerle açıklanabilir ki? Sadece ezber yapmak ve bundan tatmin olmak
aslında kolaycılığa kaçmaktan öteye geçmez. Gerçek mutluluk ise
beklentilerimizle şekillenmiyor mu? Tüm bunlara rağmen kapasitemiz ne olursa
olsun hayata heyecan katan sürprizler ve beklenmedik olaylardır. Büyüklerimiz
yükünü alırken belki de bir mucize gerçekleşir
cehaletten/kölelikten/alkışlamaktan sıyrılırız.
0 Yorumlar