"Bir gün hayvanlarla konuşabilsek bize tek bir şey
soracaklardır. Neden?"
A. D.
Williams
Milyonlarca canlının çığlığını duymak çaresizlik ve
öfke arasına sıkıştırıyor beynimi. Yüreğimde büyüyen acı, yangın misali içimi kavuruyor. Milyonlarca canlının feryadı kulaklarımda yankılanıyor.
Kulaklarımı kapatsam da yanık et kokusu genzimi yakıyor. Kuşlar, yavrularını
alevlere bırakmanın acısıyla sessizce ağlıyor. Kaplumbağalar koşamadığı için Tanrı’ya sitem ediyor. Bu manzara, doğanın kalbinde bile hayatın
ne kadar kırılgan olduğunu bir tokat gibi hatırlatıyor.
Ülkede bazı şeyler var ki artık bildiğimizden öte ezberledik. Hatta
olacaklarından öylesine eminiz ki, sadece takvime “yakında başlar”
diye not düşmek kalıyor. İşte ormanlarımız sezona hazır…Her yaz bir klasik gibi başlar oyunumuz. İzlemeye hazır mısınız? Ve yeni sezonun ilk bölümü, “şiddetli rüzgâr, kuru otlar ve ihmal” temasıyla
ekranlarımıza düşer. Fragmanına gerek yok, senaryoyu ezbere biliyoruz zaten.
Peki, bildiğimiz bu senaryoya hazırlıklı mıyız? Tabii ki… Zihinsel olarak hep hazırdık zaten. İş icraata gelince işler biraz karışıyor. Akla gelen ilk sorular: Ormana müdahale edecek ekipmanlarımız her bölgede tam mı? Kıyafetlerimiz yangına dayanıklı mı? Artık drone teknolojisi her yerde. Ormanlarımızı korumak için yaygınlaştırıp kullanıyor muyuz? İHA’larımız, uçaklarımız, helikopterler, eğitimli personelimiz, köylülerimiz var mı? Tanrının her zaman bizim yar ve yardımcımız olduğunun farkındalığıyla olsa gerek derin bir: Sessizlik... Sessizlik... Sessizlik...
Cevap çoğunlukla ya “incelemede” ya da “planlama aşamasında” denerek savuşturuluyor. Yani orman yangınları her sene kesin olarak yaşanıyor ama biz her sene buna “olağanüstü bir durum yaşanıyor” muamelesine maruz kalıyoruz. Yaşadıklarımız “En Son Babalar Duyar” dizisinde yer alan “Hallederiz Kadir” karakterinden çok da farklı bir durum değil. Sistem çok konuşup da hiçbir işi halledemeyen bir yapıya dönüşmüştür.
Bu memlekette savaş uçağımız kadar yangın söndürme uçağımız olsa,
vatanımıza haksızlık mı daha da ileri gidip ihanet etmiş mi oluruz. Doğamızdaki
binlerce ağacın, milyonlarca börtü böceğin, kurdun kuşun buna ihtiyacı yok mu
dersiniz. Bunu hak etmiyorlar mı? Ormanlarımızda ateşten korunması gereken vatan toprağı değil mi? Ülkemizin buna ihtiyacı yok mu? Kim yok diyebilir ki… Yangın uçaklarını, her bölgeye söndürme helikopterleri, drone filolarını konuşmak hâlâ marjinal bir talep gibi önümüzde duruyor. Oysa ormanlar yanarken
sadece ağaçlar gitmiyor. Kurduyla kuşuyla, böceğiyle, toprağıyla çocuklarımızın
geleceği de yanıyor. Daha da kötüsü, insanlar kadar insanlığımız da külleniyor.
Yangınları söndüremediğimiz gibi, vicdanlarımızı da serinletemiyoruz. Hala
birileri hâlâ elinde mangalla ormana gidip çay demlemenin keyfini çıkarıyor, ekranlarda
gol için küfürden küfre sıçrıyor ağızlar. Bu yüzden mesele sadece yazın çıkan
alevler değil, içten içe yanan duyarsızlığımızdadır. Her yıl yaşanan yangınlar
artık sürpriz değil, ihmalimizin, saçmalıklarımızın, çürümüşlüğümüzün bir
tekrarı. Ve yaşananlar hata değil artık bir tercih haline gelmiştir. Bunun
yanında bir avuç insanımız da var ki tüm imkânsızlıklara rağmen bir ağaç için,
bir kuş bir sincap bir kaplumbağa için tırnaklarıyla savaşıyor hatta hayatını
kaybediyor.
Yanan Sadece Ormanlarımız mı?
Orman yandığında sadece ağaç değil, bir toplumun sorumluluk duygusu da kül
olduğunu geçmişten günümüze yaşadıklarımızdan anlıyoruz. Ve bazı şeyler
yandığında, bir daha yeşermez. Ülkemizde bazı mevsimler vardır, ne kadar sıcak
olursa olsun kalbimizi üşütür. Her yılın haziran, temmuz, ağustos aylarında
yüreğimiz darlanır. Çünkü biliriz… O “malum” yangınlar yine başlayacak. Öyle ki
artık şaşırmıyoruz bile. Ezberimizde: Rüzgâr var, nem düşük, otlar kuru… Yangın kaçınılmaz...
Eh, “bir kıvılcım yeter,” gerisi zaten alışılmış açıklamalar: yok sabotaj mıydı, yok elektrik hattı mıydı, olmadı mangal mıydı, sigaraları unutmadık tabii… Gündem bir hafta konuşur, sonra susar. Daha önemli meselelerimiz vardır. Zamlar, geçim sıkıntısı, dış mihraklar, yeni yepyeni silahlarımız, transferler, ipe sapa gelmez sabah programları, sosyal medya soytarılığı… Bunların hiçbiri ne ormanlarımızı ne de içinde yaşayan milyonlarca canlıyı kurtardı. Hepsi öldü, hem de en acı şekilde. Yanarak... Evet evet hani parmağımızı bir saniye bile aleve tuttuğumuzda kıvrandığımız o acıyı ölene kadar hissederek.
Orman yangınlarıyla kaybettiğimiz değerlerin ya farkında değiliz ya da zekâ seviyemiz, ekoloji(çevre-doğa) bilgimiz olması gerekenin çok çok altında. Ve sonra başlıyoruz: "Allah beterinden saklasın," demeye. Evet, temenniler güzel ama bu ağaçlar su ister, korunup kollanmak ister, onların yürek yangınını maalesef merhamet söndüremiyor.
Ama biz tekrar tekrar soralım yine de… Her yıl her yangından sonra sorduğumuz ancak
ağzımızda geveleyip durduğumuz sonra unutup keyfimize daldığımız bu felakete
karşı, gerçekten yeterli derece de duyarlı mıyız? Ahlayıp vahlamak dışında ne yapıyoruz... Peki ya hazırlıklı mıyız?
Ormana müdahale edecek ekipman, hava araçları, eğitimli personel, koordinasyon?
Hadi geçtim hepsini, en azından tam anlamıyla “bu sefer hazırlıklıyız” diyen bir yetkili var
mı dersiniz?
Yok değil mi? Var da biz mi dört maymunu oynuyoruz. Görmüyoruz-Duymuyoruz-
Konuşmuyoruz- Anlamıyoruz. Bilmeliyiz ki yanan sadece orman değil. Kurduyla
kuşuyla, toprağıyla birlikte içimizdeki vicdan da kavruluyor. İnsan eliyle
doğan bu yangınlarda doğa da insanlık da kül oluyor.
Ve sonra... Sessizlik. Tıpkı yanan bir ağacın çığlığı gibi duyumsanmayan bir sessizlik. Çünkü aslında bu yangınları önlemek çok da zor değil. Zor olan, alışkanlıklarımızı, duyarsızlığımızı ve "her şeye rağmen bize bir şey olmaz" rehavetini ve yarım yamalak kalmış vicdanımızın ayarlarını değiştirmek.
Yangınlar kader değil. Her yaz alev alev yanan ormanlarımız bize kader değil, ihmalin her seferinde yeniden üretildiğini gösteriyor. Yine bilmeliyiz ki tekrar eden ihmal artık hata değil, bir tercihtir.
0 Yorumlar