Sistemin topluma
dayatmış olduğu doğruları çerçevesinde Kürt ve Alevi kimliğinin maruz kaldığı
politikaları kısaca özetlemek gerekirse;
A-KÜRT KİMLİĞİ
Kürtler ise
anadillerini konuşmak, kültürlerini yaşatmak ve siyasal haklarını talep etmek
istediklerinde ya “ülkeyi bölmekle” yaftalandılar ya da susturuldular. Kürtçe
şarkı söylemek bile bir dönem “tehlikeli faaliyet” sayıldı. Çünkü “birlik” adı
altında, çokluk inkâr edildi.
Türkiye’de
Kürtlere dayatılan “Türklük” algısı, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana
süregelen kimlik siyasetiyle yakından ilgilidir. Bu durum, yalnızca bir aidiyet
meselesi değil, aynı zamanda kültürel, dilsel ve siyasal bir bastırma
politikasıydı.
1924
Anayasası ile birlikte Türkiye’de “Türk” kimliği, etnik bir kimlik olmaktan
çıkarılıp siyasal ve hukuksal bir çatı kimlik olarak nitelendirildi. “Ne mutlu
Türküm diyene” söylemi, yurttaşlık eşitliği değil, kimlik inkârının temel şiarı
haline getirildi. Kürtler, Lazlar, Çerkezler ve diğer etnik topluluklar bu
tekçi kimliğe sığdırılmak istendi.
Kürtçe, uzun
yıllar boyunca yasaklandı. Kürt çocukları kendi anadillerinde eğitim göremedi.
“Vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarıyla, kamusal alanda Kürtçe konuşanlar
dışlandı, cezalandırıldı. 1980 darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi'nde Kürtçe
konuşmanın işkenceye sebep olması bunun en acı örneklerindendi.
Kürt
yerleşim yerlerinin isimleri Türkçeleştirildi. İnsanlara çocuklarına Kürtçe
isim verme konusunda baskılar uygulandı. Örneğin “Amed” Diyarbakır oldu,
“Mezopotamya” kavramı resmi söylemlerden silindi. Bu, kadim bir coğrafyanın
belleğini yok etme çabasıydı.
Medyada ve eğitimde
de algı dayatması en ileri safhada uygulandı.
Okullarda okutulan tarih kitapları, Kürtleri ya hiç anmaz ya da “isyan eden
unsurlar” olarak tanımladı. Medyada ise uzun yıllar boyunca Kürtler terörle,
geri kalmışlıkla veya tehditle özdeşleştirildi. "Doğu insanı"
klişeleri, televizyon programlarında, dizilerde sinemalarda terörle, cehaletle
ilişkilendirilerek “KIRO” sıfatıyla adeta sistematik olarak pekiştirildi.
Kürt siyasetçiler
de üzerine düşeni aldı. Partileri sürekli kapatıldı. Kürt kimliğini savunan
politikacılar cezaevlerine atıldı. Yüzde 10 barajı da yıllarca Kürt siyasal
temsiliyetini engellemenin aracı oldu.
Kürtlere yıllarca
dayatılan “Türklük” algısı, sadece bir kimliği sahiplenme değil, diğer kimlikleri
inkâr etme üzerine inşa edildi. Oysa gerçek eşit yurttaşlık, insanların kendi
kimlikleriyle tanınmasını, anadillerini konuşabilmesini ve kültürel haklarını
özgürce yaşayabilmesini içerir. Gerçek barış; “hepimiz Türküz” diyerek değil,
“hepimiz eşitiz” diyerek kurulabilirdi.
B-ALEVİ KİMLİĞİ
Aleviler
yüzyıllarca inançlarını gizleyerek yaşamak zorunda bırakıldı. Devletin “tek tip
inanç” anlayışı, onların ibadetini bile yok saydı. Cem evleri “ibadethane”
sayılmadı, hatta bu talep “kırmızı çizgi” ilan edildi. Oysa mesele sadece
ibadet değil, var olma hakkıydı.
Alevilik,
Türkiye’de uzun yıllar boyunca hem devlet hem de toplum tarafından görmezden
gelinen, yanlış tanıtılan ve sistematik şekilde “makbul vatandaş” kalıbına
sokulmaya çalışılan bir inanç sistemi olarak görüldü. Devletin Alevilikle
kurduğu ilişki, genellikle "kontrol etme, bastırma ve asimilasyon"
politikaları çerçevesinde şekillenmiştir. İşte bu durum somut örneklerle
sabittir.
İlk aşamada
devlet mekanizması, Aleviliği ya Sünni İslam’ın bir alt kolu gibi tanıtarak tek
tipleştirmeye çalıştı ya da tamamen dışlayarak meşruiyet alanını daralttı. Bu
ikilemin amacı, Aleviliği kendi özgün inanç ve ibadet yapısından koparıp resmi
din anlayışıyla uyumlu hale getirmekti.
Bugün dahi
Cemevleri yasal olarak ibadethane statüsünde kabul edilmemektedir. Aleviler
için ibadet yeri olan Cemevleri, devlet tarafından kültürel ya da sosyal tesis
gibi görülüyor. Bu, açıkça Alevi inancının inkârıdır ve devletin tek din
anlayışının göstergesidir. Yok sayma veya kısmi olarak varmış gibi yapması
üzerinde oynanan oyunun devam ettiğinin göstergesidir. Hatta Türk Dil Kurumu
Sözlüğü'ne baktığımızda hala Cemevi ibadethane olarak değil
'Alevilerin toplanma yeri' olarak tanımlanıyor.
Hele de
adaletin, hakkın, hukukun, eşitliğin merkezi olması beklenen koskoca Diyanet’in,
yalnızca Sünni-Hanefi anlayışını referans alıp sadece ona hizmet etmesi neyle
açıklanabilir. Aleviler vergisini
ödediği halde bu kurumdan hizmet alamaz. Dahası, kendi inançlarına dair hiçbir
temsiliyet bulamazlar. Bu yapı, devletin “resmi ve dayatılmış doğru”sunun
sadece Sünnilik olduğunun kanıtıdır.
Devlet
okullarında verilen din dersleri yalnızca Sünni İslam’ı öğretmektedir. Alevi
çocukları, kendi inançlarını değil, dışlayıcı ve bazen ötekileştirici bir dini
eğitime maruz kalmaktadır. Devletin asimilasyon politikaları çerçevesinde 1960’lardan
itibaren Alevi köylere cami yapılması, dedelerin etkisinin azaltılması, Alevi
gençlerinin devlet ideolojisine entegrasyonu gibi adımlar, sistemli bir
asimilasyonun parçası haline getirilmiştir. Alevilik, “gizli tutulması gereken
bir ayıp” gibi gösterilerek, genç kuşakların inancını sahiplenmemesi sağlanmak
istenmiştir.
Sivas, Maraş,
Çorum katliamları Alevilere yönelik sistematik şiddetin en kanlı örneklerindendir.
Faillerin cezasız kalması veya göstermelik cezalara çarptırılmasının yanında
affa uğraması devletin açık ya da örtülü bir şekilde Alevilere yönelik şiddete
göz yumduğunu ortaya koymuştur. Bu da Alevilerin devlete olan güvenini ciddi
şekilde zedelemiştir.
Zaman zaman
Alevi açılımı adı altında yürütülen diyalog süreçleri, kalıcı çözüm üretmeyen,
sadece toplumsal tepkileri yatıştırmaya yönelik adımlar olarak kaldı. Somut
hiçbir kazanım hiçbir zaman sağlanmadı. Çünkü devlet, Aleviliği hâlâ bir
“kültür” olarak görmekte, inanç boyutunu tanımamakta ısrar etmektedir. Son
olarak Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkalığının Kültür ve Turizm Bakanlığına
bağlı olarak faaliyet göstermesi onu devlet tarafından inanç olarak
görülmediğinin en açık kanıtıdır.
Buradan
hareketle devlet mekanizmasının Aleviliğe dayattığı "doğru", Sünni
merkeze oturan, tekçi ve inkârcı bir anlayıştan öteye geçememiştir. Alevilik,
bu resmi kalıplara sığmadığı için ya yok sayılmış ya da bastırılmıştır. Gerçek
eşitlik ise, her inancın kendi özgünlüğüyle kabul edilmesi ve hukuki güvence
altına alınmasıyla mümkündür.

0 Yorumlar