Tarih
boyunca iktidarların en çok korktuğu şey bireylerin düşünmesini tetikleyen
faaliyetlerdir. Bunun en başında da okumak gelmektedir. Yüzlerce yıl boyunca
milyonlarca insanın tecrübelerinden süzülüp gelen kitaplar, hoyratça
harcadığımız kısa hayatımıza rehberlik edebilir. Neyin peşinde olduğumuzu
bildiğimizde kitaplar bize ihtiyacımız olan cevapları bulma fırsatı sunar.
Okuma faaliyeti beraberinde anlamayı, yorumlamayı, sorgulamayı, çıkarımlarda
bulunmayı ve de tartışmaları getirecektir. Tehlike olarak görülen okuma eylemi
kültür, sanat, felsefe odaklı çalışmaları da besleyen ortamlar yaratmıştır.
Orta Çağ’ın karanlık dünyasından çıkış yolu bilimin referans alınmasıyla Reform
ve Rönesans hareketleriyle mümkün olmuştur. Aydınlanma çağını başlatan şey, aslında
‘düşüncenin eyleme dönüşmesiyle’ gerçekleşmiştir.
Eylemsellik
varlığımızı tescilleyen esas olgudur. "Var mısın yok
musun?" sorusuna yanıt ararken, Émile Zola’nın "Bana
sorarsanız bu hayata ne yapmaya geldin diye; sonuna kadar yüksek sesle yaşamak
için geldim," sözünden hareketle yanıtlamak zorundayız.
Varlığımızın bedensel bir varlıktan ibaret olmadığını başımızı deve kuşu gibi
kuma gömerek değil oradan çıkararak dünyada neler olup bittiğinin
farkındalığıyla yaşamak ve sesimizi çıkarabildiğimiz ölçüde varlığımızı
tescilleyebilmeliyiz. Unuttuğumuz şey yanıtın evet/hayırdan ibaret olmadığını
anlayabilmektir. Yazılanlardan, anlatılanlardan, dünyadan, bilimden, bilgiden
ne kadarını biliyorum ziyade ne kadarından bihaberim demekten geçiyor aslında.
Belki de bu bakış açısı cehalet tanımını da yeniden gözden geçirmemizi
sağlayacaktır. Bunun üzerinde hayatı sorgulayabilmek önemlidir. Evrende sadece
düşünebildiğimiz oranda değil sesimizin çıktığı kadar varız.
Dünyaya
ikinci defa gelme şansın olmadığından sesinin gür çıkması beklenirken
diktatöryal rejimler antidemokratik uygulamalarla sesimizi kısacak olan korku
ve kaygı iklimini her zaman diri tutarlar. Ünlü bilgin İbn-i Sina korku ve
endişenin insan sağlığı üzerindeki etkilerini araştırmak amacıyla bir deney
yapmış. Buna göre, sağlık ve birbiriyle hemen hemen aynı iki kuzuyu iki farklı
kafese koyar. Ancak bir tanesinin karşısına bir kafeste olan bir kurt
yerleştirir. Kuzular ilk günlerde normal hayatlarına devam ederler. Ancak
ilerleyen zamanda kurdu her gün karşısında gören kuzu yemeden içmeden kesilir.
Gittikçe zayıflar. Buna karşın, kurdu hiç görmeyen kuzu ise sağlıklı bir
şekilde yaşamına devam eder. Garibim diğer kuzu her gün yaşadığı yoğun stres ve
korku nedeniyle bir süre sonra ölür.
Her canlı
korku ve kaygı altındayken yaşamına sağlıklı bir şekilde devam edemez. Zamanla
ruhumuz körelmeye, psikolojik ve fiziksel rahatsızlıklar baş göstermeye başlar.
Sonunda da bu dünyadan mutsuz bir şekilde ayrılırız. Çoğu zaman karşılaştığımız
durum bize sunulan hizmetlerin yanında bir de kurt gösterilmesidir. Her an
saldırmaya hazır olarak tutulan bu kurdun ipleri sermayenin ve iktidarın
elindedir. Az gelişmiş veya sözde gelişmekte olan toplumlarda düşünmenin tanımı
ve sınırı iktidarlarca belirlenir. İktidarlar birincil olarak beynin; düşünme
yani sebep sonuç ilişkileri kurması, çıkarımlar yapması gibi faaliyetlerde
bulunmasını önleyecek eğitim programı planlar. Öğrenme faaliyeti düşünmekten
ziyade ezberletilme yoluyla sağlanır. Zihin sorgulamadan kabul ettirilir.
Konfüçyüs’ün şu sözleri aslında bize yol gösterici olabilir: “Düşünmeden
öğrenmek faydasızdır; öğrenmeden düşünmek ise tehlikeli.” Ezbercilik
üzerine kurulu bir eğitim sisteminde, birey sadece papağan gibi tekrarlayan bir
varlık olur. İkincil olarak da buna rağmen düşünme fonksiyonunu
gerçekleştirenler için de sosyal-siyasal-ekonomik baskı uygular daha da ötesi
cezai yaptırımlarla korku yaratır. Böylece İbn-i Sina’nın kuzu deneyinin
sosyolojik karşılığı anlam kazanır.
Korku ve
kaygılardan sıyrıldığımız vakit var olma yetimiz hak ettiği değeri bulacaktır.
Ne zaman ki birey sadece içine dönmekle yetinmez de düşüncesini ifade etmeye
başlarsa, Deckard’ın dediği gibi "varlık" ortaya
çıkar. Ancak bu noktada düşüncenin var olabilmesi için yalnızca oluşması
yetmez; onun ‘harekete geçmesi ‘gerekir. Bir taş düşünse
bile, hareket etmediği sürece etkisizdir. Aynı şekilde bireyin de yalnızca
düşünmesi değil, nasıl, neden ve hangi temellerle düşündüğünün farkında olması
gerekir.
Düşünmek;
sorgulamak, araştırmak ve muhakeme yoluyla yapılmadığında, eksik ve yetersiz
kalır. Bu süreç aslında bir analiz, sentez ve çıkarım faaliyetidir. Sonuç
olarak amaç, en ideal olana ulaşmak için bitmek bilmeyen bir çaba göstermektir.
Sibel Arkonaç’a göre düşünme, problem çözme kapasitesi’dir. Önemli
olan, çözüm gerektiren durumların hangi oranda ve hangi perspektiften ele
alınıp çözüme kavuşturulduğudur. Sorunlar, başka sorunlar doğurarak değil,
kalıcı şekilde çözüme ulaştırılmalıdır. Ancak en büyük eksikliklerimizden biri,
anlık ve yüzeysel çıkarcı bir çözüme, en doğru ve etkili yöntemmiş gibi
sarılmamızdır.
Sorunları
dar bir çerçevede görmek ve buna göre çözüm üretmek, aslında sadece saf çıkarcı
bir yaklaşımı yansıtır. Çoğunlukla bu tür geçici çözümler, daha köklü ve uzun
vadeli çözümlerin önünü tıkayarak büyük resmi görmemizi engeller. Albert
Einstein’ın şu sözü bu duruma ışık tutar: “Yarattığımız dünya,
düşünce biçimimizin ürünüdür; düşünce biçimimizi değiştirmeden yarattığımız
dünyayı değiştiremeyiz.”
Düşünen
bireylerden oluşan bir toplum, otomatik olarak düşünen bir toplum yaratır.
Ancak burada kritik soru şudur: Burada düşünen bireylerin yetişmesi
destekleniyor mu yoksa engelleniyor mu? Yönlendirilen politikalarda biz düşünen
bireyler mi istiyoruz, yoksa biat eden bireyler mi? Devletin eğitim politikası
ve yönetim anlayışı tam da bu sorunun samimiyetle yanıtlanmasıyla şekillenir.
Çünkü toplum, belirlenen ilkeler doğrultusunda inşa edilir. Bu süreç sadece
popülist söylemlerin ötesinde bir ideolojiyle harmanlanır ve genellikle perde
arkasında yürütülen gizli bir sistemin ürünü olur. Bu sistemin etkileri ise
daha çok uzun vadede ortaya çıkar.

0 Yorumlar