Sanatı bir kaçış alanı olarak görmesek bile, gerçeği en çıplak haliyle karşımıza çıkaran tek sahne o olur. İzlerken, okurken ya da dinlerken, senaryoların arasına sıkıştırılmış doğruları aramakla meşgul oluruz. Öte yandan, gerçekte olduğuna inandığımız yaşamda, farklı roller üstlenir ve ona göre hareket ederiz. Bazen baba, bazen anne, bir çocuk, bir arkadaş ya da çalışan, memur veya esnaf olabiliriz. Rollerimizi ciddiyetle oynar ve üzerimize düşeni yapmaya çalışırız. Ancak çoğu zaman, gerçek duygularımızı yansıtmaktan geri dururuz ve yalnızca o anki rolümüzün gerektirdiklerini yerine getirmekle yetiniriz.

Tüm bunların ardından, kendi özümüzü bulmak adına kurgu olarak gördüğümüz sanat ve edebiyatı işimize geldiği gibi hayalle gerçek arasında bir noktada tutar ona sığınırız. İşte o noktada kendi hakikatimizle karşılaşırız. "Ben buyum," deriz ya da "Beni anlattı," diye düşünürüz; çünkü tüm bu roller arasında kendimizi ifade edemediğimiz hayatın yükünü, keşmekeşini sanat bize hatırlatır. Onunla bir yol alırız. Nereye varacağını bilmek bize de yol göstereceğine inanırız. Bir romanın, filmin, tiyatronun, şiirin, konserin sonunu merak ederiz. Ona kendi hislerimizi, irademizi, yapmak isteyip de yapamadıklarımızı taşımasını isteriz. Rotamızı onun belirlemesini bekleriz. Sonunda mutlu olmayı umarak tabii…

Yabana atmamak gerekiyor edebiyatı, o yaşadığımız somut gerçeklikten kaçmak kadar onda buluşmanın da yolunu inşa eder. Kendi dilimizi, hislerimizi anlatma becerisinden yoksun kalışımızın bir yansımasıdır sanat. Kelimelerin yetişmediğinde yetişir yardıma; derin duyguların en uç boyutlarda ifade bulmasının adıdır. Aramanın, sormanın, özlemenin, yanmanın; kül olup da yine küllerinden doğmanın dilidir sanat. Cesaretin, erdemin ve sabrın bir sığınağıdır. Fırtınadan kaçıp huzuru bulduğumuz limandır.

Sanatçıları da unutmamak gerek. Zaman zaman, ciddiye alınmaması gereken farklı bir zekâ örneği olarak ya da insan doğasının sıra dışı soyutlamasıdır. Adınız her an deliye çıkabilir. Tüm bunlara rağmen, gerçekler kadar hayallerden ve sanattan bile rahatsız olanlar, iç dünyamızın sesiyle mücadele etmekten geri durmayan yönetimler, gruplar, cemaatler ve oluşumlar elbette var. En azından, iç sesimiz bizim kimliğimizi ve kendi gerçeğimizi yansıtan bir temsilcidir. Müdahil olunamayan, gerçek özgürlüğümüzün saklı olduğu yegâne alandır. Ancak bu ses yalnızca en içten, en samimi ortamlarda kendini gösterebilir. Burası belki de en özgür olduğumuz yerdir.  

Baskı rejimlerinde korku ve baskı atmosferinin büyümesiyle birlikte sanatın özgünlüğü büyük bir tehdit altında kalmakta; sanatçının ruhuna işlemesi gereken özgürlük ilkesinin ise gittikçe daraldığı görülmektedir. Bu kısıtlılıklar, sanatın asıl amacından sapmasına neden olmakta; yaratıcı zihnin evrenselliğe ulaşma çabalarını sekteye uğratmaktadır. Sanatın ve sanatçının özgürlük alanı daraldıkça bu defa sanatçının üstlendiği misyon da sanatıyla birlikte değişiklik göstermektedir.

Toplumsal algı, bu durumu sanat ve edebiyat çerçevesinde ele alarak, insanların hayal dünyasında yaşadığı ve bu nedenle ortaya çıkan eserlerin ciddiye alınması gerektiği görüşünü benimsemektedir. Her ne kadar iç dünyamızın, yaşadığımız dünyanın gerçeklerini görüp dile getirdiğine sıkça tanık olsak da, çoğu zaman bu durum sanatın hoşgörülü perdesi ardına saklanarak bir tebessümle karşılanır. Ancak kişilerin, gördüklerini içselleştirmekten kaçındıklarını görürüz. Sorumluluk almanın zorluğunu çok iyi bilen yüce halkımız bundan kaçmanın kaçınmanın yolunu bulmakta zorluk çekmez.

Ünlü yazarımız Peyami Safa’nın "Suçlamak anlamaktan daha kolaydır. Anlarsan değişmen gerekir," sözü gerçeklerden ne oranda kaçtığımızı yansıtması adına önemlidir. Bilip de bilmezden geldiğimiz normalleştirdiğimiz, kendimizi aptal yerine koyduğumuz/koydurduğumuz ne kadar olay ve olgu olduğunu ancak değişmeyi göze aldığımızda anlamış olacağız. At sineklerini destekleyen Sivrisineğe dönüşmesi an meselesi olan azımsanmayacak bir topluluk sanatın ve edebiyatın arkasına sığınarak iyinin, doğrunun, özgürlüğün, mücadelenin hayalini kurar.  Bunu bir oyun olarak algılar. Onun ötesine istese de taşımaz. Taşırsa değişmek zorundadır.

Sokrates’in, ünlü savunmasında kendini anlattığı bölümlerden birinde at sineği metaforunu işlemiştir. Bir nevi burada filozof ile devlet/iktidar ilişkisini anlatmaktadır. Politik gücü ve yönetimi elinde bulunduran devlet/iktidar; atı, kendisi de onu rahatsız eden at sineğini temsil etmektedir. Benzer durum bilim, sanat ve edebiyat dünyasının içinde bulunduğu bulunması gerektiği tutumu yansıtması açısından benzer nitelik taşımaktadır. İktidar karşısında bilim, sanat ve edebiyat dünyasını da iki farklı sinek türünde adlandırmak yerinde olacaktır. Biri Sokrates’in yolundan giden at sinekleri diğeri ise toplumun kanını emen sivrisinekler.

Filozoflar, aydınlar, bilimi referans edinmiş nadir kalan ilkeli akademisyenler ve duyarlı sanatçılar rahatsız eder; etmeli; sorar sorgular, zihnin ve duyguların sınırlarını zorlar, kolay kolay kabullenmez; prensip sahibidirler; asla taviz vermediği vermeyeceği tutumları vardır… Onurlu kalmayı her şeyin üstünde tutarlar. Yanardöner değillerdir. Renkleri griye dönmez. Bunlar at sineğidir; her dönem atlar(iktidarlar) bunlardan rahatsız olur. Onları kovar, yok etmeye çalışır, yokmuş gibi davranır. İktidarın nimetlerinden zorunlu olmadıkça faydalandırmaz, hatta engellemek için çalışır. Bunu göze alamayan bir zamanların at sinekleri bir süre sonra sivrisineğe dönüşüverir.

Peki ya bilim, sanat ve edebiyat alanı o kadar da masum mu? Kime, ve neye ne oranda hizmet ediyor etmeli… Hiçbirimiz masum değiliz noktasından hareketle çuvaldızı bu alanın temsilciliğini üstlenenler kendilerine batırmalı. Ruhsuz iktidarların, diktatörlerin, yobazların ya da cahillerin zihinlerindeki bilim, sanat ve edebiyatı düşündüğümüzde en özgür alan olan hayal dünyamızın dahi yozlaşmaya başladığını göreceğiz. İşte o zaman kaçarı yok: yasaklar baş gösterir. Fikirler zincirlenir, hayaller ve duygular baskı altına alınır. Buna hizmet eden satılık kalemler baş göstermeye başlar. Etraf bir anda sivrisineklerden geçilmez hale gelir.  Böylece hayallerimiz iktidarın kurgusuna teslim olur.

Her dönemin bu değişmeyen figürleri olan gücün, iktidarın ve de paranın bastonluğunu yapan yancı, yandaş, yalaka takımından olan sanat yanı gelişmiş olsa da sanatçı yanı sönük olan duygu dünyamızın sivrisinekleri her dönemde vardır, olacaktır. Her iktidarın, ideolojinin sanatçısı olan bu tipler çürümüş zihinlerde ve bataklıklarda yaşarlar; oralardan beslenip etraflarını zehir bulaştırmaktan geri durmazlar. Evrensel değerlere yabancı, karınlarını doldurmak için masumların emeğini sömürmekte üstlerine yoktur. Bu kişiler diktatörlüklerin en sevdiği türlerden biridir; çünkü kültür, sanat ve edebiyatın her dalında kendilerine ayrılmış koltukları hazırdır. Zirveye ulaşmak uğruna her türlü dalkavukluğu sergiler, menfaat için sınır tanımazlar. Birbirlerini ezmekte, kuyular kazmakta ve fırsat kollamakta da üstlerine yoktur. Bu tipler hep uyanıktır. O yüzden etrafımızdaki sivrisineklere dikkat edelim. Her an mikrop kapabilirsiniz.