Demir çok dayanıklı bir maden olmasına rağmen bulunduğu ortamdan ve
bakımsızlıktan dolayı önce paslanmaya başlar, önlem alınmazsa ardından çürür.
Çürüme geri dönüşü olmayan bir yola girmesi demektir.
Pekâlâ, insan paslanır mı? Hani öyle aniden değil, sessizce
başlar ya; işte tam da öyle bir şey. Bir sabah uyanırsınız ve içinizde bir
gıcırtı. Ruhunuzun menteşeleri zor dönüyor. O pas, sadece zamanla ilgili
değildir aslında. Çoğunlukla bulunduğumuz ortamla, çalışma ve yaşam
koşullarıyla ilgilidir. Korkularla, kaygılarla, stresle geçirilen bir zaman...
Geçmişin ağırlığıyla eğilir omuzlarınız. Bir bakarsınız, ışıldayan yüzümüz
matlaşmış. Hayata kırgınsınız, kırılmışsınızdır, ama hâlâ ayakta gibisinizdir.
Aslında bir yenilenme, arınma ihtiyacıdır bu; hem ruhen hem mesleki anlamda bir
bakım çağrısıdır. Peki ya çürümeye başlamışsanız…
Her alanda çürümenin telafisi mümkünken bir ülkenin geleceğini inşa eden
eğitim camiasının paslanması, hele de çürümeye başlaması kabul edilecek bir
durum değildir. Oysa bir ülkenin kalkınmadaki öncüsü bilim, sanayi ve
teknolojinin de ötesinde olan yetişmiş insan gücüdür. Bunu da sağlayan ve diri
tutan ise o ülkenin eğitim politikasıdır. Vezir olmakla rezil olmak arasındaki
sınırı belirleyen çizgi de bu politikaların ne oranda çağın gereklerine uyduğu
ve ne kadar ahlaki olduğudur…
Öğretmenliğin, öğretmenlerin 24 Kasımlarda gıdıklanması onları güldürmeye
yetmese de accık gülümsetiyor. Tüm bu tiyatroları içerden ve dışardan
izleyenler ise gülmekte haklılar… Olmayan bir şeyin –itibarın- varmış
gibi pohpohlanması komik değil de ne…
Eğitime ve eğitimciye atfedilen değerin elbette bir toplumsal karşılığı
vardır diyor ve bakıyoruz: algı, statü, itibar ve maaşta sınıfta kaldı mı,
kalmadı mı? “Öğretmen dediğin sınıfta kalır mı ya!” dediğinizi duyar gibi olsam
da evet evet, sınıfta kaldı. Sesi çıkar, müsaade etmez bilgilidir, hak hukuk
adalet bilir sanırsınız değil mi, ama nafile… Bu durum iktidarlarca yürütülen
politikanın ne kadar doğru olduğunun da göstergesidir. Bilinçli yetiştirilmiş
insan gücü ağaların, paşaların, beylerin işine gelmez ki… Bu bağlamda
Türkiye’de öğretmenlik mesleğine ve öğretmenine verilen değere baktığımızda ne
mi görüyoruz?
Bir zamanlar toplumu dönüştüren, fikirleriyle aydınlatan öğretmen figürü,
ne yazık ki bugün yerini yavaş yavaş başka bir profile bırakıyor. Kitabı bir
kenara bırakmış, hayatı bile okuyamaz hale gelmiş öğretmenler var artık. Ne
araştırıyorlar, ne sorguluyorlar; soru sormayı unutan zihinler, öğrencilerine
ne katabilir ki? Dili, üslubu mahalle ağzına dönüşmüş, kahveden çıkmayan;
entelektüel gelişimini önemsemeyen bir öğretmen tipiyle karşı karşıyayız.
Ay sonunu getirebilmek için debelenen, günü kurtarma telaşına düşen
öğretmenler, kültürel etkinliklerden uzak bir yaşam sürdürüyor. Tiyatroya,
sinemaya, müzelere, hatta tatile gitmek bile lüks olmuş durumda. Haliyle,
öğrenci ve velinin gözünde öğretmen, artık bir eğitici değil, bir “bakıcı”
figürüne indirgendi. Öğretmenin kararı da değeri de artık bilgiye, kültüre,
ilkelere değil; makama, mevkiye ve kişisel çıkarlara göre şekilleniyor.
Daha da düşündürücü olanı ise, çoğu öğretmen temel ilkelerden, nezaketten,
adalet ve pedagojiden uzaklaşmıştır. Geleceği inşa edenlerin, bu kadar çürümüş
bir zeminde ayakta kalması mümkün mü? Eğitim sisteminin alarm verdiği nokta tam
da burası. Ve bu sadece öğretmenin değil, tüm toplumun aynasıdır. Çünkü
öğretmen kimliğini yitirirse, toplum da yolunu kaybeder. Günümüz Türkiye’sinde
kimliğini yitirmiş bir toplumla karşı karşıya değil miyiz?
Söylenecek çok şey olsa da her yıl 24 Kasım’da düzenlenen törenlerde
yüceltilen ve alkışlarla onurlandırılan öğretmenlik algısıyla gerçekler
arasında uçurum vardır. Öğretmenlere adeta beş yaşındaki bir çocuğa gaz
verirmişçesine pohpohlanarak yaklaşıldı. Ve bu durum öğretmenlik mesleğini
günbegün değer kaybına uğrattı. Bir tarafta "geleceği şekillendiren bir
mimar" olarak öne çıkarılan öğretmen figürü, her alanda sıradanlaştı.
Politikacıların, yöneticilerin öğretmenlik mesleği hakkında kullanılan ahlaki
değerlerle süslenmiş kutsatmış ifadelerle, öğretmenlerin yaşadığı sorunların
üstü örtülür oldu. Bu söylemlerle halkın da göz boyanarak, öğretmenlerin
haklarının ellerinden alınması normalleştirildi.
Halk arasındaki itibarı da böylece törpüleniyor. Eğitim kurumlarındaki
hizmetli personelin neredeyse öğretmenle eşit maaş alması mesleğin içinde
bulunduğu durumun ne kadar acınası hale geldiğinin göstergesidir aslında. Hele
özel okullarda, dershanelerde çalışan, çalışmak zorunda kalan öğretmenlerden
hiç bahsetmeyelim. Onların hali içler acısı. Sömürünün merkezinde asıl onların
olduğunu çoğu zaman görmezden gelip normalleştiriyoruz. Nasılsa her koyun kendi
bacağından asılır değil mi?. Bu ve benzeri birçok duruma en başta öğretmenlerin,
bu işin mutfağında çırpınanların sessiz kalması da ayrıca düşündürücüdür. Kendi
değerini düşüren politikalar karşısında dut yemiş bülbüle dönen bir meslek
gurubuna hiçbir iktidar haklarını altın tepside sunmaz.
Aba altından “Öğretmenler uyanın itibarınız maaşınız kadar işte;
ötesi lay lay lom!” dense de öğretmenler üç maymunu oynadılar.
Gördüler; görmezden geldiler, duydular; duymazdan geldiler, anladılar ama
sustular. Böylece öğretmen kendini değersiz, itibarsız ve yalnız
bıraktı. Bununla birlikte manevi değerler adı altında yaratılan “Kutsallık” algısı
sayesinde gaza gelmeye alıştırılan bu yapının yetinme güdüsü okşandıkça sessiz
kalması sağlanmıştır.
Toplumsal taleplerle de örtüşen “sabır” ve “şükür” iklimi
öğretmenliğin ayrılmaz bir parçası olarak sürekli fedakârlık yapması,
kendisinden, zamanından, ailesinden, maaşından, sağlığından ödün vermesini
meşrulaştırıyor; bu durum zamanla alışkanlık haline gelerek onları ürkek,
çekingen ve edilgen bireyler haline dönüştürüyor. Politikacılar ve medya tarafından
ülkede eğitim adına çok güzel işlerin yapıldığı algısı yaratılsa da öğretmenler
odasındaki gerçekler hiç de öyle değildir. Bunu çok sesli yansıtması baskı ve
korku ikliminin hâkim olması hasebiyle pek mümkün olmasa da öğretmenlerin kendi
içlerinde yaşanan gerçeklerle yüzleştiği yüzlerine yansımaktadır.
Türkiye’de yapılacak öğretmenlik mesleği, çalışma koşulları ve sistemin
işleyişi özelinde isim belirtilmeden yapılacak bir anketle mesleğin ve eğitim
sisteminin geldiği nokta gün yüzüne çıkacaktır. Bu gerçeklik yanı başımızdan
dursa da yetkili ve sorumlularca görmezden gelinmeye devam edilecektir. Böylece
eğitim sistemi çürümeye sürüklenirken, öğrencilerde başarı ve sorumluluk
bilinci de paslanmadan nasibini alacaktır.
Bu minvalde politik çürümenin yansıdığı eğitim sisteminde de öğretmenlerin
kendi arasındaki dayanışmanın zayıf olması, ahlaki, ilke ve değerlerden
uzaklaşması mesleğin itibarını daha da yıpratmıştır. Bunun en bariz örneğini,
mülakat süreçlerinde ve yönetici atamalarında sıklıkla karşılaşılan etik dışı
uygulamalarla gördük ve görmeye devam ediyoruz. Düşünsenize haksızlık yapan da
haksızlığa uğrayan da öğretmen. Karşı karşıyalar; birbirlerinin yüzüne
bakıyorlar. Hak ve adalet göz göre göre katlediliyor, hem de üç beş dakikada.
Daha ne söylenebilir ki…
Köy Enstitüleri kapatıldığında, yıllardır eleştirdiğimiz o “tek dişi
kalmış medeniyetin” son dişi de sökülmüş gibi. Ancak asıl mesele sadece
mekanik bir bozulma değil; vicdanlarımızda biriken pas. Farkında bile olmadan
bu pasın içimize nasıl sızdığını ve bizi nasıl tükettiğini göremez hale geldik.
Artık geri dönüşü olmayan bir çürüme dönemindeyiz ve bu süreç sadece
öğretmenlerle sınırlı değil. Bizlerle birlikte hayatın tüm veçheleri de aynı
çürümenin pençesinde. Ahlaksızlık, hukuksuzluk, eşitsizlik, zorbalık, cehalet
ve rüşvet gibi toplumsal virüsler, hızla yayılarak yaşamın her alanını
zehirliyor.
İdealist bir öğretmen olmak; düşünen, sorgulayan ve yol gösteren bir rehber
olmak anlamına gelir ki bu durum statükoyu rahatsız eder. Oysa
"paslı" bir öğretmen susar. Sistemin dayattığı koşulları çaresizlikle
kabullenir. Her sabah, boynu bükük şekilde okul yoluna koyulur, çünkü başını
kaldırdığı anda göreceklerinin acısını daha derinden hissedeceğini bilir.
Gemi batmaya devam ediyor. Dümeni kaptan almalı. Çözüm yine de
öğretmenlerin kendisindedir. Kim bilir, belki de en büyük devrimi kendi
içlerinde başlatırlar.
MESUT AKÇA

0 Yorumlar