Bazı
akşamlar vardır, Hasret Gültekin akşamlarıdır. Hani Sivas Madımak ’ta yakılan
ozanlarımızdan… Ömürle ölümü yakınlaştıran türküsüyle… Dokunur bana; aklımı,
fikrimi, ruhunu alır götürür uzaklara… Her notasında zamanın ötesine yolculuk
ederim. Yıldızlarla süslenmiş karanlık gecelerin içinde, bu seslerin büyüsü
altında kaybolurum. Tam anlamlandırmak zordur belki; "işte öyle bir
şey" demekle yetinebileceğim bir yoğunluk hissi kaplar. Hani kelimelerle
değil de müziğin sihriyle sarsan türden bir türküyle dalarım ölümün
dehlizlerine. Şöyle der ozan:
“Bir insan
ömrünü neye vermeli
Harcanıp gidiyor ömür dediğin
Yolda kalanda bir yürüyende bir
Harcanıp gidiyor ömür dediğin
Yüreğin ürperir kapı çalınsa
Esmeyen yelinden hile sezerler
Künyeler kazılır demir sandıkta
Savrulup gidiyor ömür dediğin...”
Yaşamayı en
iyi ölüm hatırlatır, derler. Ne garip değil mi? En korktuğumuz şey, aslında
yaşamanın ta kendisini oluveriyor. Ölüm var diye, sabah gözümüzü açtığımızda güneş bir başka doğmalı oysa. Ölüm var diye sevdiklerimize daha sıkı sarılmalı, “sonra söylerim”
dediklerimiz hemen dile getirilmeli.
Tanrı belki
de bu yüzden arada bir dürtüyor. “Unutma,”
diyor, “her şeyin bir sonu var.” Evet, yaşamın güzelliği, ölümün varlığıyla
daha bir netleşiyor. Belki de bu yüzden bazen kalbimiz hiç olmadık yerde
burkuluyor, gözlerimiz hiç beklenmedik anda doluyor. İçten içe, bu dünyadaki
yolculuğumuzun geçici olduğunu fark ediyoruz. Ve işte tam bu yüzden, yaşamı sıradanlaştırmamak
gerekiyor.
Görmezden
gelmekteyiz ölümü... Hep bir başkasına aitmiş gibi gelir. Komşunun annesi, bir
arkadaşın babası, uzaktan bir akrabanın dayısı… Ölüm sanki yalnızca haber
bültenlerinde, taziye çadırlarında ya da siyah-beyaz bir fotoğrafın köşesinde
kalan albümlere sıkışmış bir hatıra. Oysa ölüm bizimle değil mi? Hem de yanı
başımızda, mutfağın kapısında, dolabın içinde, yürürken takılacağımız kaldırım
taşında, kafamıza düşecek saksıda… İpini koparmış bir boğa da gelir, dalı
kırılan bir ağaçla da çıkar karşımıza…
En
kestirmesi yolu bir kalp krizidir. Temiz iş dediklerinden… Sıfırlar her şeyi. Sevmeni,
sevilmeni, sevincini… Öfkeni, planlarını, sabah kahveni, akşam için kurduğun
çilingir sofra hayalini. Bir kriz, bir anda. Ve sonrası mı? Taziye çadırları,
cenaze törenleri, “başın sağ olsun”lar, ve kalabalık sessizlikler... Ama
nedense bütün bunların hep “başkalarının hikâyesi” olduğunu sanırız. Sanki ölüm
bizden özür dileyecek, “kusura bakma, seni pas geçtim” diyecekmiş gibi.
Ama ne zaman
ki biri eksilir sofradan, ne zaman ki çocuk sesleri bir evin duvarlarından
silinir… İşte o zaman anlarız. Mezar taşındaki o isim bu kez tanıdıktır. Ve
artık “ölüm” yalnızca bir kelime değil; içimize işleyen, yutkunamadığımız bir
gerçek olur.
Ama
alışıyoruz. Ne garip değil mi? Birkaç gün sonra üçü, beşi, yedisi, kürk gün
kırk gecelerin arasında yeniden kaybolur ölüm. Hayat, alışkanlıklarını sıkı
sıkı dayatır çünkü. İşe dönülür, market alışverişi yapılır, kavga ettiğimiz
şeylere kaldığımız yerden devam edilir. Yaralar deşilir durur. Ego elinde
mendil ekibiyle beraber yeniden sahneye çıkar, hırs omzumuza yeniden çöker,
nefrete yer açılır. Ölüm mü? Geçti gitti işte… Ta ki bir daha hatırlatana kadar
örter üstünü. Gözleri açık uyur her zaman yakalamak için amansız, acımasızdır
iyi kötü genç yaşlı çoluk çocuk da demez…
bir bakmışsın çalmış kapıyı. Öyle yok ben açmam da diyemezsin.
Sonra yine
bir tabut omuzlarda, ya sen ya bir başkası işte… Yine “çok ani oldu”lar, “daha gencecikti”ler,
“dün gördüydüm sapasağlamdı.” Mezarlıkta
benzer teraneler yine… Biri havadan şikâyet eder, biri sudan, kim geldi’den kim
gelmedi’ye kadar uzanır muhabbet. Biri ülke gündeminden dem vurur. Biri,
yalnızca "görünmek" için gelmiştir. Cenaze kalabalıktır ama eksik
olan biri çok bellidir. Onun da adı artık bir taşa yazılıdır. Geride kalanlar çok
hızlı dağılır. Hayat ise gözünü bile kırpmadan devam eder.
Ve sen yoksun artık. Alacaklar
verecekler bankalar da yok, csm şirketlerinin gelen mesajlar da
anlamsızdır.. . Ölüm,
suskun ama kesin. Belki de bu yüzden korkarız mezarlıklardan. Çünkü orada olup
da yüzleşmek zorunda kalırız ölümün soğukluğuyla. Kendimizle, faniliğimizle kalırız baş başa…
Yine de yüzleşmeyi hiç istemeyiz. Pembe hayallerin tadı damağımızdan gitmesin
isteriz. Oysa ölüm, sessizce bekliyor, kimseden
korkmaz, izin almaz. Ne yaşına bakar ne hayallerine. Ben buradayım der toprağın
altıdır değişmez gerçeğimiz. Ölümün eseridir oralar. Sessiz, sabırlı ve kesin.
Çok kalmayız sessiz kalabalığın arasında. Hemen alışkanlıklarımıza dönmek,
kalbimize pas tutturmuş hırslarımıza sığınmak isteriz.
Ve gelir, o
gün kapına… Ha ha ha haaaa! Sabahın körüdür. Kalkarsın ve bir anda darmadağın
olursun. Telefonun çalmıştır. Kulağında ağlamaklı bir tını… Bir anda elin
ayağın buz keser, dilin tutulur. İçinde hem boşluk oluşur. Tarifsiz bir ağırlık oturur böğrüne.
Söylemesi kolay, ama yaşaması da öyle mi dersin? Hep başkasının hikâyesi gibi
gelirdi değil mi? Çünkü “O”, bu kez seni seçmiştir.
Sevdiklerinden birini almıştır… Ya da belki de senin haberin duyuluyordur...
Hepimiz biliyorduk geleceğini… Herhangi bir gün, belki yarın belki yarından da
yakındı… Adımız yazılacak bir mezar taşına. Ve geride söylenecek birkaç cümle,
“Sen de gittin ya yıldızlar ülkesine…”
Yine bir
kalp krizi vakası. Geç gelen ambulansa kusulacak öfkemiz… Bir anlık duraksama.
Birkaç dakikalık bir gecikme. Ve sonrası koca bir hayatın bitişi. Ve hayat, ne
acı ki durmaz. Yine taziye çadırları kurulur, dualar okunur, gözyaşları
dökülür. Mezarına ilk toprağı atan el belki de hiç tanımadığından gelecek.
Herkes gibi sen de tükeneceksin. Olacaksın toprak. Ertesi güne herkes yine
işine gücüne dönecektir. Kimi işe geç kalmaktan, kimi faturalarını nasıl
ödeyeceğinden şikâyet edecek.
“Sen yoksun haa! Ona göre… Keşkelerle doldurduğun
bu hayatta yoksun artık...” Altındasın işte toprağın. Kuşlar bir eksik
uçsa da, bir sandalye boş kalacak, bir fotoğraf çerçevede silikleşecek. Ve
senin yerinde yel esecek. Boşluğu hiç dolmayacak sandığın yerin bir boşluk
olarak kalacak. Kıçıyla gülecek geride kalan hasımların. Ve dünya dönmeye devam
edecek. Sanki hiç var olmamışsın gibi…
Ölüm, senin
planını takmaz da tanımaz da. Ne banka hesabına, ne kariyer hedeflerine, ne de
“yetişmesi gereken” işlerine bakar. İleride bir gün yaşayacağız sanıyoruz. O
bir gün; çocuklar büyüyünce, işler yoluna girince, biraz daha para
birikince… Ama hayat o kadar sabırlı
değil. Yaşam, bugünün içine gizlenmiş küçük detaylarda saklı. Sabah çayını
yudumlarken içine çektiğin hava, pencereden giren güneş, sokakta gülümseyen bir
yüz…
Tek bir
nefeslik hayat bu yavrum… Yaşadın yaşadın. Öyle lam’ı cim’i de yok. Bahanelerin
ardına saklanmak hiç yok. Yaşamayı ya biliyorsun ya bilmiyorsun. Uydurma, ipe
sapa gelmez bahanelerle çıkar yol bulmaya benzemez ölüm. O ciddi yapar işini.
Kıvırmaz. Hava atmaz. Bahane üretmez. Seni de planlarının da canı cehenneme
der, hiç dinlemez. O yüzden planlar gevşemeli. Listenin başına yapılacaklar değil, yaşanacaklar yazılmalı. Çocuklarla
doyasıya gülmek… Sevdiklerine sıkı sıkı sarılmak… Sabahın serinliğini içine
çekerek yürümek… Kahve tadında muhabbetler yürütmek varken… “Bugünü
yarından güzel yaşamak,” belki de kaçırdığımız şey, hep bugün değil mi?
Gün bitiyor,
ay geçiyor, yıl dönüyor… Ama sahi, biz bu akışın neresindeyiz? Nefes alıyoruz
evet ama yaşıyor muyuz? Yoksa bir şeyleri başarmak, yetişmek, yetmek telaşı
içinde sadece var olmaya mı çalışıyoruz? Ölümü görmezden gelmekle hayatı fark
etmiyoruz. Kendimize bile yabancıyız bazen. Peki ya ne zaman gerçekten "buradayım" diyeceğiz? Belki bir
sabah aynaya bakıp, “ben kimim, ne için
yaşıyorum?” diye sormamız gerek. Ölümden korkmak yerine, yaşamayı
becerebilmek gerekmez mi?
Ölüm bazen
bir vedaya bile izin vermez. Son bir sarılma, son bir göz göze geliş… Hepsi
içimizde düğüm kalır. En son ne söyledik? Kırdık mı, sustuk mu, yoksa hiç
söyleyemediklerimiz mi kaldı? Giden gider. Ama ardında bir boşluk değil, çoğu
zaman yarım kalmış bir cümle bırakır. “Keşke
daha çok zaman geçirseydik” cümlesi gibi… Veya “bir gün arayayım” deyip ertelediğimiz bir telefon. O yüzden
yaşarken, gerçekten söylemek istediklerimizi söylemeliyiz. Çünkü bazen o son
an, beklediğimiz kadar vakit bile tanımayacak. Kendimiz için, sevdiklerimiz
için... Hırsın, unvanın, malın, makamın değil; içten gelen bir kahkahanın, bir
omuzun, bir “iyi ki”nin peşinden
koşmak gerekmez mi?
Hayatın
gerçeği planlara değil, anlara kıymet veriyor. Ölüm ansızın gelir ama yaşamak;
bilinçli bir tercih değil mi? Hayat biriktirdiklerinle ölçülüyor aslında,
tükettiklerinle değil. Kendimizi daha ne kadar tüketeceğimizi biliyor muyuz? Bir tebessüm biriktirsek mesela, teşekkürleri
sıralasak art arda. Bir sarılma, bir “ben
buradayım, korkma” bakışı…
Belki de bu
yazının sonu, ertelenmiş bir hayatının başlangıcıdır. Hâlâ nefes alıyorsak, bir
şansımız var demektir. Belki bir gün birileri ardımızdan “Vay be, güzel yaşadı,” der.

0 Yorumlar