Her şeyin Tanrı tarafından yaratıldığına ve mevcut düzenin işleyişinde
kutsal kitaplarda geçen olay ve olguların etkili olduğunu gördük. Böylece
hayatımızda iyinin ve kötünün, güzel ve çirkinin, yanlış ve doğrunun kavramsal
karşılığı oluştu. Bu genelde tek taraflı bir yaklaşımın benliğimize sirayet
etmesine sebep olmuştur. Böylece aykırı düşünmenin, yorumlamanın, sorgulamanın
da önü kesilmiş oluyor. Soru şu; peki, olup biteni hiç şeytandan,
dışlanmışlardan ya da "ötekilerden" dinledik mi? Onlarla
yüzleştik mi, yüzleştirdik mi? Yüzleştirildik mi? Bizi bir araya getirip
muhakeme şansımız oldu mu, ya da onlar bir araya gelip kendi hikâyelerini
anlatabildiler mi? Bizler, masum taraf olarak inananlar, inandırılanlar, ikna
edilmeye çalışılanlar bu filmin neresinde yer alıyoruz ya da almalıyız?
Her hikâyenin bir senaristi vardır; yazan, anlatan, nihayetinde sonunu
kendi algısına, mantığına ve muhakemesine göre bağlar. Tarih boyunca bu hep
böyle olmuştur. Varsayımlar yapar, fikirler ortaya atar, hatta hataları ört pas
ederiz, çünkü bir "şeytan" yaratmadan yolumuza devam etmekte
zorlanırız. Belki de asıl yüzleşmemiz gereken gerçek şu: Senaryo yazıldı ve biz
bu hikâyede yalnızca figüran rolünde olmaya razı mı oluyoruz? Ya da durup kendi
varlığımızı sorgulamaya cesaret edebiliyor muyuz?
Belki de bu noktada "Ben varım!" diyebilmeli,
"Durun, filmi kendi senaryoma göre ben çekeceğim ve başrolde kendim
olacağım," deme cesareti göstermeliyiz. Bu, yalnızca pasif bir
izleyici değil, kendi hikâyesinin yönetmeni olmayı öğrenmeyi gerektiriyor.
Çünkü belki de mücadelemiz tam burada başlıyor: kendi varlığımızı ve irademizi
ortaya koyarak hayatımıza yön vermek.
Ahlaklı olmak ile ahmak olmak arasındaki fark, izleyenler ve dinleyenler
açısından açık ve ciddi bir ayrım gibi görünse de, bu iki kavram zamanla
birbirine fazlasıyla karışmış durumda. Her şeyin Tanrı’dan geldiğini ve onun
tarafından değerlendirilmesi gerektiğini düşünmek, olaylara sadece tek bir
açıdan bakma eğilimini beraberinde getiriyor. Peki, bu bakış açısını "ahlaklılık"
olarak mı yoksa "ahmaklık" olarak mı yorumlamak gerekir?
Günlük yaşamda, dedikoduların altın suyuna batırılıp süslenerek şirinlik
gösterisine dönüştüğü, birbirimizi gösteriş amaçlı pohpohlamanın ve sahte
alkışlarla desteklenmenin normalleştirildiği bir düzende, yalan söyleyerek,
dolaplar çevirerek, ya da arkadan konuşarak yüzleşmeden kaçan insanlar tanrılar
mı, yoksa insanın ahlakını temsil eden figürler mi? Bu sorular, modern
toplumsal iletişim biçimlerini sorgulamayı neredeyse zaruri hale getiriyor.
Oysa iletişim çağında yaşıyoruz ve gerçekleri ortaya çıkarmak, dürüst bir
tavır sergilemek her zamankinden daha kolay hale gelmiştir. İnsanı ahlaki
anlamda güçlü ve saygın kılan şey; yapılanların, konuşulanların ve ortaya
konulan düşüncelerin samimiyetle şekillenmesi, bunların doğrudan ve açık bir
şekilde dile getirilmesidir. Bu tavır, hem korkudan arınmış olmayı hem de
kıvırmadan gerçeklerle yüzleşebilmeyi gerektirir. Ancak bu tutumun yerini sahte
hoşnutluklar, manipülatif sözler ve yüzeysel tavırlar aldığında, ne ahlak
gerçeği temsil edebilir ne de iletişim kaliteli bir bağ kurabilir. İşte tam da
burada ahlak ve ahmaklık arasındaki çizgi bulanıklaşır; bu da insana hangi
değerlerin rehberlik ettiğini yeniden sorgulama fırsatı verir.
Eskiden Türkiye'de politikacıların televizyon ekranları karşısında,
milyonlarca izleyicinin gözü önünde nasıl da açık bir biçimde
konuşabildiklerini, söylenmesi gereken her şeyi yüzlerine karşı ifade
edebildiklerini hatırlamamak mümkün mü? Bugünden o zamanlara dönüp bakarak,
nereden nereye geldiğimizi anlamaya çalışmak gerçekten önemli. Şimdilerde ise
kaçak güreşmek, karnından konuşarak dolaylı ifadelerle üstü örtülü veya gizli
mesajlar vermek, imalarda bulunmak ya da birilerine karşı haksız ithamlarda
bulunmak ve diğerlerini şeytanlaştırmak yaygın hale geldi. Ancak sormamız
gereken kritik bir soru var: Tüm bu davranışlar ne kadar ahlaki? Bir insanın
benliği ile bencilliği arasındaki sınırı belirleyen şey nedir peki? Tanrısal
ölçütler mi, yoksa görmezden geldiğimiz toplumsal ya da insani değerler mi?
Ahlaki tutumumuzu şekillendiren unsurlar üzerine düşündüğümüzde, bir
başkasının kendi çıkarına göre şekillenmiş destekleyici tavırlarından ne kadar
etkileniyoruz? Bu çoğu zaman hoşumuza gitmiyor değil. Etkileniyor görünmek.
“sen doğrusun imaları vermek karşımızdakini tasdiklemek, ardından “Vay beeee!” nidasıyla pohpohlamak, ne
kadar da tanıdık geliyor. Özellikle, başkalarının alkışlarını izleyerek
kendi hatalarını görmezden gelen ya da kendini aklama yoluna gidenler, aslında
bu tavrın bir tür ahmaklığa kapı araladığını fark etmiyor olabilir. Çünkü
ahlaki olduğunu zannetmekle ahmaklık arasında ince bir çizgi vardır ve bu
çizginin ayırdığı sınırı görmek için zihnimizde kritik bir soru canlanmalıdır:
"Buradaki şeytanın rolü nedir ve onu dinlemeli miyim?"
Eğer zihnimizde böyle bir sorgulama dahi canlanmıyorsa, o zaman
samimiyetimiz üzerine ya da kendi kişiliğimiz konusunda ciddi bir içsel
değerlendirmeye ihtiyacımız olduğu kesindir. Bu tür bir değerlendirme yapmak
veya yapabilmek, bizi iki kapıya yönlendirebilir: ya ahlaktan yana tercihte
bulunup doğru olanı seçmek ya da ahmaklığın kolaycı yoluna kaçmak. Seçim,
tamamen bizim önümüzde duran kapılardan hangisinin açılmasının daha anlamlı
olduğuna karar vermemize bağlı.
Son nokta ise karşı karşıya gelmekten, doğrudan iletişim kurmaktan
korkmamak üzerinedir. İnsanların yüzleşmesi, hem kendilerine hem de çevresine
karşı dürüst olabilmesi anlamını taşır. Bu yüzleşme sürecinde kişi sadece
karşısındakine ifadesini açıklamakla kalmaz; aynı zamanda kendi ruhunda
taşıdığı yükleri boşaltır, bu yüklerden sıyrılarak hafifler ve rahatlar. İşte
belki de ahlakla ahmaklık arasındaki farklılığı anlamanın yolu tam bu noktadan
geçiyor: Cesaretle yüzleşmek ve kendi doğrularını sorgulamaktan vazgeçmemek.
İnsanın yaşamında mantıklı ve sağlıklı bir değerlendirme yapmak yerine,
temelsiz suçlamalar ve keyfi yorumlarla gerçeklerin üzerinin örtülmesi sıkça
karşılaşılan bir durumdur. Gerçekleri kabullenmektense kaçma yolunu seçen,
"çamur at, izi kalsın" anlayışını benimseyerek kaos ve
belirsizlik ortamını hayatımıza taşıyan bireyler genellikle doğrulardan
uzaklaşmayı ve yüzleşmekten kaçmayı tercih eder. Bu tür kişiler, kendi
maskelerini sürekli değiştirerek, her iki tarafa ayrı ayrı hoş görünmeyi ilke
edinir.
En üzücü yanlardan biri ise sadece tek taraflı dinlemeyle hüküm verip
yargılama hakkını kendinde bulan insanların varlığıdır. Bu kişiler, kendi ahlak
anlayışlarını erdemin zirvesi olarak görüp başkalarına dair hüküm vermeyi
alışkanlık haline getirirken, aslında bu tutumlarının sahip oldukları sınırlı
zekâ seviyesini de gözler önüne serdiğinin farkında değildir. Kendi
hayatlarının en basit sorunlarını dahi çözmekten aciz olanlar, başkalarına
ilişkin büyük sorular sormaya kalkışır, bir bardak çay ya da kahve eşliğindeki
sohbetlerde bile iç dünyalarının ağırlığı altında ezilir.
Sorun esas olarak ahmaklardan kaynaklanır. Bunlar birbirlerini sürekli kimi
zaman yere göğe sığdırmayıp kimi zaman da kışkırtıp motive eder ve
ahmaklıklarını ahlak kisvesi altında gizlemeye çalışır. Oysaki yan yana gelip
konuşmak, düşünceleri açıkça paylaşmak hiç de zor değildir. Ancak burada asıl
dikkat edilmesi gereken, yancılar dediğimiz gruptur. Bunlar genelde olayları
dışarıdan izleyen, dinleyen ama sonrasında sessizce geri planda kalan
kişilerdir. Çoğu zaman ahlaksız davranışları destekleyerek daha da karmaşık
durumlara yol açarlar. Yargılama önyargılarla başlar; karşıdakini dinlemek ya
da ona gerçek bir şans tanımak yerine peşin hükümlerle hareket ederler. İşte
burada yüzleşmek ve yüzleştirmek kritik bir hale gelir.
Kendini başkalarının varlığında silikleştiren,
kimliğini güçlü bir şekilde ortaya koyamayan bireyler, aslında karakter
zayıflığının açık bir göstergesidir. Gerçeklerle yüzleşmek ve bunu yapabilecek
cesareti göstermek her insanın harcı değildir. “Biz çiğ süt emmedik”
diyerek doğrularla kucaklaşmanın önemini vurgulamak, hem bireyin kendi değerini
hem de hayatındaki tutarlılığı gösterebilen çok değerli bir özelliktir.
Sonuç olarak, ön yargılar temelinde bir hayat inşa ediyoruz. Öyle de yetiştiriliyoruz. Eksik ve yanlış olduğunu bildiğimiz veya terettüt ettiğimiz onca şeyi doğru kabul ediyoruz, etmek zorunda kalıyoruz, dayatıyoruz, dayatmalara maruz kalıyoruz ve tüm bunlara rağmen insanlıktan çıkmıyoruz. Belki de ilişkilerimizin en güzel tarafı budur.

0 Yorumlar