“Gel
vatandaş gel! Alkış var, tezahürat var, linç paketi bonus! Herkes için bir
rolümüz var. İyi, güzel kabul edilebilir, makul vatandaş olma yolunda sen de
gel, katıl bu şakşak pardon alkış tufanına… İç ve dış minnaklara aldanma…”
Siyaset pazarı kurulur, tezgahta bol bol hamaset, indirime girmiş ajitasyon,
yanında beleş mağduriyet hikâyesi. Gerçekler mi? Onlar arka sokakta, tozlu
raflarda… Burada algı taze, duygu sömürüsü günlük, sadakat testinden geçen VIP
muamelesi görüyor. Düşünmeye çalışanlara yer yok; onların kontenjanı çoktan doldu.
Sen yeter ki soru sorma; her şeyin cevabı verilir nasılsa. "Yaşa,
var ol, helal sana!" de yeterli. Senin yerine birileri yeterince
hatta fazlasıyla düşünüyor zaten. Sen şakşakla pardon alkışla. Çünkü
alkışlamanın birleştirici gücü var artık. O yüzden bağırıyoruz: Gel vatandaş
gel! Şakşaklayana iş, aş elleri nasırlanana koltuk da cabası!!!!
Biz seviyoruz; doğru yalan demeden alkışlıyoruz, alkışlamayı seviyoruz. Ama neyi, kimi ve neden alkışladığımızı pek de sorgulamıyoruz. Oysa insanlar değişir, fikirler değişir, hatta bazen hakikat sandıklarımız bile gün gelir dönüşür. Ama biz, kutsallaştırdığımız kişilerin söylediklerini mutlak doğru olarak kodlarsak, gün gelir farkında bile olmadan kendi aklımızla çelişiriz.
Alkışlayan bir toplum
ile sorgulayan bir toplum arasındaki fark sadece entelektüel değil, aynı
zamanda ahlaki bir farktır. Çünkü biri kolaycılığa meyleder, diğeri emek
harcar. Kim söylediğinden çok ne söylendiği önemlidir. İlke ve etik her zaman
sabit durması gereken pusulalardır, ama biz bazen rüzgâr nereye eserse o tarafa
dönüyoruz. Dün yak dediğimize bugün övgüler düzüyoruz. Dün hain dediklerimizi
bugün kahraman ilan edebiliyoruz. Bu gün “gırmızı gıpgırmızı cızgılarımız”
dediğimiz şeyler, ertesi gün bir bakmışız pembeye dönüşüvermiş.
Peki neden?
Çünkü alkış kültürü, siyasetin de, toplumun da samimiyet terazisini bozan en
büyük hastalık gibi görünüyor. Şakşakçılık irade gerektirmez, düşünme
gerektirmez, risk almaz. Ama sorgulamak; zekâ ister, vicdan ister, karakter
ister; İşte kolay elde edilemeyen şeyler de bunlar değil mi?
Biliyoruz ki her iktidar kendi alkışçısını yaratır. Tüm gücünü ve enerjisini buna harcar.
Fanatik taraftarı olsun ister. Tüm
gücünü, enerjisini ve hatta bazen aklını bile bu uğurda harcar. Çünkü sorgusuz
sualsiz destek, her yönetimin en sevdiği şeydir. Eleştiri mi? Tehlikeli
bulunur. Oysa bir ülkenin gelişimi için en çok ihtiyaç duyulan şey, farklı
seslerin özgürce var olabilmesidir. Ama gelin görün ki iktidarlar, kendilerine
fanatik taraftar yaratmakla meşguldür. Aynı bir futbol takımının holiganları
gibi, ne denirse inanan, ne yapılsa onaylayan, her durumda “haklısınız”
diyebilen bir kitle hayal edilir. Bu taraftar profili öyle bir hâl alır ki
artık doğru-yanlış, iyi-kötü ayırt edilmez. Çünkü sadakat, aklın ve vicdanın
önüne geçmiştir. Bu durum yalnızca demokrasiyi değil, toplumsal huzuru da
zedeler. Eleştirenin değil, alkışlayanın makbul sayıldığı bir düzende kimse
gerçekleri dile getirmeye cesaret edemez. Ve biz, alkışların gürültüsünde
hakikatin sesini kaybederiz.
Oysa alkışlamakla
şakşaklamak arasında dağlar kadar fark var, ama biz bazen bu farkı
görmezden geliyoruz. Alkışlamak; takdir etmektir, düşünerek, anlayarak,
gerçekten değer vererek yapılan bir eylemdir. Yani bir şeyi doğru bulur, hak
verir, içtenlikle desteklersin. Şakşaklamak ise sorgulamadan, anlamaya
çalışmadan, sadece birilerine yaranmak için yapılan yüzeysel bir davranıştır.
Birinin gözüne girmek, bir menfaat sağlamak ya da sadece kalabalığa uymak için
yapılan alkışlamaya şakşakçılık denir. Birinde bilinç vardır, diğerinde biat.
İşte bu yüzden, alkışın nereden geldiği kadar, neden geldiği de önemlidir.
Yoksa boş ses çok çıkar ama gerçek destek sessizce bile değerini gösterir.
O yüzden
alkışlamadan önce durup düşünmekte fayda var: Bu bir takdir midir, yoksa sadece
sürünün bir parçası olmanın getirdiği bir refleks mi? Gerçek alkış, düşünerek
yapılır. Diğeri ise sadece gürültüdür. Çünkü düşünerek alkışlamak;
değerlendirmenin, ayırt etmenin, hak edene hakkını teslim etmenin
göstergesidir. O alkışta akıl vardır, vicdan vardır, ilke vardır. Rastgele her
söylenene alkış tutmaksa, sorgusuz sualsiz sürüklenmekten öteye geçmez. Bu, ses
çıkarır ama anlam taşımaz. Oysa anlamı olan bir alkış, sadece avuçların değil,
zihnin de onayladığı bir eylemdir. Gürültüyle karışan alkışlar ise
kalabalıkların arasında kaybolur gider. Gerçek alkış, fark edenindir; diğerleri
sadece yankıdır.
İktidar
alkışçılarının yanında hele bir kesim var ki kim gelirse gelsin onun yanında
hizalanmayı “yaşam biçimi” haline getirmiştir. Onlar her dönemin şakşakçılarıdır…
Onlar için ideoloji, ilke, değer gibi kavramlar “gereksiz detaylar”dır. Rüzgâr
nereden eserse, elleri otomatik olarak alkışa geçer. Tıpkı bisiklet sürmek
gibi; refleks olmuş artık. Dengeyi korumak için pedal çevirmeye devam ederler,
ama nereye gittiklerinin bir önemi yoktur.
Oysa alkış,
bir ifade biçimidir, onaylamaktır, sevmektir, yapılan eylemin ya da anlayışın
bir parçası olmaktır. Yani biri sahnede bir şey ortaya koyar, bir emek verir,
bir duruş sergiler… Alkışlayan da der ki: "Lo lo! Ben buradayım, seni
duyuyorum, anlıyorum ve destekliyorum." Sadece el çırpmak değildir
bu. Bir duruş, bir taraf olma hâlidir aslında. Çünkü alkışlamak, izleyici
koltuğunda bile olsa o eylemin ruhuna dokunmaktır biraz. Bir sanatçıyı
alkışlarken gösterdiğimiz coşku, bir düşünceyi onaylarken verdiğimiz destek ya
da bir çocuğun ilk başarısını alkışlarken yüzümüzde beliren gurur… Hepsi birer
katılım biçimidir. Ama işte burada kritik olan, neyi neden alkışladığımızı
bilmektir. Yoksa her sese, her söze alkış tutulursa, alkış da anlamını
kaybeder. Gerçek alkış, sadece ses değil, bilinçtir; sadece onay değil, irade
göstergesidir.
Samimi
anlamda alkışlamak ile şakşaklamayı ayırt etmek gerekir. Çünkü alkışlamak,
bilinçli bir destek ifadesidir. Ne söylendiğini, ne yapıldığını tartar,
değerlendirir, sonra alkışlarsınız. Yani düşünce süzgecinden geçer. Ama
şakşaklamak öyle mi? O sorgusuzca, "kim söylediğine" göre harekete
geçmektir. Hangi söz, hangi eylem, hangi fikir fark etmez; bir figür etrafında
toplanıp körü körüne el çırpmaktır. İşte burada mesele, sadece ellerin hareketi
değil, zihnin ve kalbin de ne yönde olduğudur. Birini alkışlamak demek, onun
sözünün altına imza atmak gibidir. Ama şakşaklamak, neyin altına imza attığını
bile bilmeden sırf birilerinin gözüne girmek için el çırpmaktır. Özellikle
siyaset, medya ya da sosyal çevrede bu fark çok kıymetlidir. Zira neyi
desteklediğimizi bilmeden savunmaya başlarsak, gün gelir kendimizi inandığımız
değerlerin karşısında buluruz. O yüzden her alkış, bir onaydır ama her onay
doğruya değildir. Bu yüzden insanın durduğu yeri bilmesi, neye neden destek
verdiğini anlaması çok değerlidir.
Neyse ki en
güzel şakşaklamayı ben yaparım abiler, ablalar… Hani derler ya “iş bilenin,
kılıç kuşananın,” eeee bu devirde de şakşak bilenin, ekran kapanın! Kaç kişi
lazım? Yüz kişi mi? Bin mi? Yeter ki deyin bana, toplarım alkış timini!
Yalakalıkta rütbe takanlar, her sabah farklı bir lidere methiyeler dizenler,
sosyal medya paylaşımıyla gönül alanlar, hep bizden… Siyasetin bu virüsü her
alana bulaştı. Artık icraattan çok imaj konuşuluyor. Proje üretmek mi dediniz?
O, ikinci sezonda ekranlarda olacak. Kalite önemli değil, alkış önemli. Kim en
çok alkış alırsa o haklı, kim en yüksek sesi çıkarırsa odur yerli, milli,
vatansever. Biz de ortamı boş bırakmıyoruz hani.
Şakşak
ekonomisi aldı başını gidiyor. Bir alkışla terfi, üç tweetle adaylık garantili.
O yüzden diyorum ya; bu işler gönül işi değil, el işi… Avuç içi nasır tutana
kadar alkışlamaya var mısınız? Varsanız, siyaset zaten sizi çoktan fark
etmiştir. Yoksa... Valla, siz bilirsiniz. Yarından itibaren “hain, satılmış,
servet düşmanı, bozguncu, terörist” kontenjanına da bir göz atın derim. Her an
gözaltı için kapınız nezaketle kırılabilir…

0 Yorumlar