Toplumda bazı insanlara kızdığımızda sıkça “öküz” benzetmesini yaparız; çünkü o davranış, kaba, düşüncesiz, empati yoksunu ve saygısızca gelir bize. Öküz olmak burada elbette hayvana hakaret için değil, insanlığını unutanlara yönelik bir aynadır. Çünkü öküz dediğin canlı; ne yalan söyler, ne ikiyüzlülük yapar, ne de bile bile zarar verir. Ama insan, çıkarı için yüzünü değiştirir, kırar, döker, küfreder, incitir, sonra da hiç olmamış gibi davranır. Öküz dediğin sabırlı hayvandır, ama “insan öküzlüğü” dediğimiz şey, çoğunlukla bencilce, kontrolsüz, kaba davranışların vücut bulmuş halidir.
Öküz
benzetmesi cinsiyet ayrımı yapmaksızın nezaket dışı gerçekleşen davranışların toplamıdır. Bu ifade benzetmeyle birlikte bir farkındalık çağrısıdır. Farkında olup demeliyiz
ki; kırıp döken, yıkıcı olan, çevresine zarar verip sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranan öküzlerle medeni bir ilişki
kurulamaz. Demeliyiz ki; insan olmak sadece konuşmakla, yürümekle, giyinmekle
değil; davranışla, edep ve ahlakla mümkündür. Demeliyiz çünkü bazılarına aynayı
tutmanın başka bir yolu kalmamıştır. Bazen "öküz" demek, aslında
"insan ol" demenin halk diliyle ifadesidir. Kaba geliyorsa bile,
belki de ihtiyaç olan şey tam da bu sert ifadedir.
Toplumsal
anlamda “Kabalık Devrimi” dediğimiz
dönemler vardır. Normalleştirilir. Bu başladı mı bir kere, kimse durduramaz!
Virüs gibi yayıldığı gibi mıknatıs gibi çeker de… Öküz, öküz olanı anında
tanır; gözlerinden, yürüyüşünden, kahkaha atışındaki hoyratlıktan… Bu tayfa
kibarlığa alerjik, saygıya düşmandır. Nezaket, onların lügatinde ezikliktir; mutlaka alay
edilmelidir, küçümsenmeli, horlanmalıdır. Öküzler kulübü öyle bir dayanışma
içindedir ki biri homurdandığında diğerleri anlar mevzuyu. “Gel birini ezelim, birbirimize,
çevremize sövelim sayalım, bağıralım çağıralım, şöyle bir içimiz soğusun, rahatlasın!”
mottosuyla yaşarlar.
İnsanın
kendini küfürle, bağırmakla, şiddetle, kabalıkla, var ve kabul edilebilir görmesi
ne kadar ahmakça değil mi? Hele de bunu saygı duyulması adına yapılıyor olması daha
da acıdır. Korku yaratmak, zarar verme potansiyeli oluşturmak zayıf
karakterlerin, bilgi yoksunu bireylerin ve cahil toplumların en çok kullandığı
iletişim yoludur. Düşünmeden, hesapsızca, öfkenin pençesine kapılarak ya da
alkole sığınarak uçuk tepkiler vermek gerçekten neyin göstergesidir? Acaba bu, sağlam
bir duruşun işareti midir? Yoksa tam tersine öz güven eksikliğinin, korkaklığın
ve zayıf karakterin göstergesi midir?
İnsan o yüce
ve kutsal saydığımız evrenin anasını ağlatan varlık, yaşadığı her durumda
kendini kontrol edebilme yetisine sahip olmalıdır, değil mi? Öfke veya
çaresizlik anlarında bile sakin kalabilmek, kendi değerini bilmek, gerçek gücün
işareti değil midir? Yoksa bu tür patlamalar, kişinin içindeki boşluğu ve
çaresizliği mi yansıtır? Kendini tanımak ve kabullenmek, zayıf değil aksine en
büyük cesaret değil midir? Peki, o zaman neden bazıları, kendini ifade etme
biçimi olarak saldırganlığı, savunma mekanizması olarak da kontrolsüz öfkeyi
seçer? Bu soruları aslında aynada kendimize bakmamız, nerede durduğumuzu
sorgulamamız ve de cevaplamamız gerekmez mi?
Ne yazık ki,
üzülerek ifade ediyorum, üçüncü sınıf birey ve toplumlarında kendini ifade
etmenin yolu, nezaketten değil kabalıktan geçiyor. İnsan, sesini yükselttikçe
“güçlü”, küfre başvurdukça “cesur”, tehditkârlaştıkça “saygı duyulası” biri
sanılıyor. Ne büyük yanılgı! Çünkü küfürle, bağırmakla, şiddetle, zorbalıkla
var olmaya çalışmak aslında yok olmanın “öküz” kabul edilmenin bir diğer biçimi değil midir? Bu tavır, ne
özgüvenin ne zekânın ne de karakterin göstergesidir. Tam aksine, derin bir
yetersizliğin ve kendine yabancılaşmanın dışavurumudur. Bilgiyle, akılla ve
diyalogla kurulamayan ilişkiler, yerini korkuya ve sindirmeye bırakıyor. Bu da
bireysel çürümenin toplumsal çürümeye dönüşmesinin en kestirme yolu olmaktadır.
Sosyal medya
ve televizyonların da katkısıyla kabalık, artık sadece bireysel bir tutum
değil, neredeyse bir toplumsal norm haline geldi. “Delikanlı adam küfreder”
romantizmi, “erkek adam masaya yumruğunu vurur” efsanesi, erkek egemen yapıdan
sıyrılıp artık çocukları, gençleri ve kadınları da sararak yaygınlaşmıştır. Bu
durum yüzyıllardır şiddeti meşrulaştıran zihniyetlerin yeni bir yüzüdür. Oysa
bağıran haklı olmaz, şiddete başvuran güçlü değildir. Sadece içini yönetemeyen,
kendini ifade edemeyen, sevgisizlikle büyüyen bir figürdür aslında. Üstelik bu
insanlar, bu halleriyle “saygı” bekler. Ne hazindir ki, “korkulmak” ile “saygı
duyulmak” arasındaki fark ayırt edilemeyecek duruma gelmiştir.
Toplumsal
olarak içselleştirdiğimiz bu kabalık, artık sadece sokakta değil, evde, okulda,
iş yerinde, ekranlarda ve ekranlardan düşmeyen sözde kanaat önderlerinde de
kendini gösteriyor. Kültürel yozlaşma dediğimiz şey bazen bir küfürle başlar.
Sonra bağırmalar, sonra itmeler, sonra şiddetin normalleşmesi… Birey susar,
toplum kabullenir. Herkes içten içe rahatsızdır ama “idare etme” kültürü
devreye girer. Ve böylece çürüme sessiz ama derinden kök salar.
Artık
arkadaşlıkta da evlilikte de kabalık, saygısızlık, düşüncesizlik o kadar
normalleştirildi ki “samimiyet”
kılıfına sarılarak meşrulaştırılıyor. İnsan bir şey söylemeye çekinse, hemen “amma da alıngan oldun” savunması hazır.
Oysa mesele alınganlık değil, nezaket yoksunluğudur. Birbirinin kalbini
kırmayı, patavatsızlık yapmayı, hoyratça konuşmayı doğallık sanıyor insanlar.
Hele eşler arasında bu durum daha da garip bir hâl alıyor. “Yahu karı-koca arasında lafı mı olur?”
deyip geçiyorlar, ama o laflar birikiyor, alışkanlık haline geliyor böylece
içten içe çürütüyor ilişkileri. Dostluk desen de pek farklı değil; aynı ağzına
geleni söylemek, sınır tanımamak marifet sayılıyor. Oysa sınır, insanlık
gereğidir. Her şeyin bir ölçüsü vardır. Samimiyetin de. Kabalık, ne kadar
ambalajlansa da hâlâ kabalıktır. İçimizden
“Boktan(!) bir maskeyi samimiyet diye
suratımıza sürmeye gerek yok. Bu yeni nesil kabalık modası, ne modernliktir, ne
doğallık. Bildiğin saygısızlık, ukalalık, içi boş bir cüretkârlık. Ve buna
tahammül etmek zorunda değiliz,” demek gelmiyor mu?
Psikolojik
olarak bu durumun altında yatan temel duygu çoğu zaman değersizlik değil midir?
İnsan, kendini yetersiz hissettikçe sesi yükselir, sevgisizlikle büyüdükçe
zarar vermeyi hak sayar. Hâlbuki “sert olmak” ile “sağlam durmak” arasında
büyük fark vardır. Gerçek sağlamlık, nezaketi kaybetmeden dik durabilmektir. Mevlânâ
ne demişti: “Kabağın gövdesi kalındır
ama içi boştur.” Oysa ahlaki zeminimiz, sesin tonuna değil, sözün içeriğine
göre şekillenmeli. İnsan, ne dediğiyle değil nasıl dediğiyle de ölçülür. Ve bu
ölçü, bir toplumun geleceğini belirler. Ne yazık ki efendilik, nezaket, tatlı
dille çözüm üretme gibi hasletler, çoğu zaman “zayıflık” ya da “pasiflik”
olarak algılanıyor. Hâlbuki gerçek güç, bağırmadan konuşabilmekte; öfkeye
teslim olmadan derdini anlatabilmekte saklıdır. Kelimelerin sihri vardır, ama
bunu fark etmek incelik ister, düşünme yetisi ister, hatta biraz da insanı
insan yapan derinlikli bir farkındalık… Oysa çoğumuz kaba güce, sesin
yüksekliğine, restleşmeye hayran kalıyoruz. Sanki karşımızdakine bağırdıkça haklı
çıkacağız, sanki sesimiz bastırınca meseleyi çözeceğiz. Oysa susup düşünmeyi,
kelimeleri seçerek konuşmayı, öfkenin yerine aklı koymayı öğrensek, belki bu
kadar yorgun, bu kadar kırgın bir toplum olmayacağız.
Üstelik
bireyler, çocukluktan itibaren ailede, okulda, öğretmenlerinden, büyüklerinden
saygılı olmayı, empati kurmayı, tatlı dilin gücünü öğreniyor. Ama öğrenilen bu
değerler, yetişkinliğe gelince bir anda havaya karışıyor. Özellikle büyüklerin,
kendini geliştirmeye niyetli olmayan bireylerin sergilediği ergen tavırlar,
öfke nöbetleri, empati yoksunluğu çocuklara kötü örnek oluyor. Kendi iç
dünyasında dengesini kuramayan, sabrı öğrenememiş yetişkinler, toplumun genetik
mirasında koca bir boşluk bırakıyor. Nezaket, sadece çocuklara öğretilmesi
gereken bir meziyet değildir; asıl yetişkinlerin içselleştirmesi gereken bir
yaşam biçimidir. Çünkü çocuk, en çok izleyerek öğrenir. Evde, okulda tatlı
dille çözüm bulan bir anne-baba yoksa, öğretmeni bağırarak disiplini
sağlıyorsa, o çocuk ileride “bağırarak haklı olunur” sanacaktır. Yani sorunun
kaynağı, öğrenemeyen değil; öğrendiği hâlde uygulamayan yetişkinlerdir.
Kabalığın alkışlandığı bir toplumda efendilik nasıl değer bulsun? Herkesin bir
gün, belki yarın, belki de yarından da yakın bir zamanda kendisine bir cimdik
atıp sessizce aynaya bakması gerekiyor. Gerçekten kimim, nasıl bir insanım, davranışlarım
nasıl, ya konuşurken ki ses tonum, hangi kelimeleri seçiyorum, nasıl bir iz
bırakıyorum ortamlarda bu hayatta?
Her an
birilerine bağırarak, küfrederek, kırarak, ezerek var olmaya çalışmak gerçekten
bir "varlık" mı, yoksa insanlıktan uzaklaşmanın maskelenmiş hâli mi?
Kabalık dediğimiz şey, yalnızca bir üslup sorunu mu, yoksa içten içe
çürümüşlüğün dışa vurumu mu? İnsan, nezaketi bir lüks gibi görüyorsa,
düşünmeden konuşuyorsa, başkasını aşağılamayı kişilik göstergesi sanıyorsa… O
zaman biz nasıl bir toplum oluyoruz? Kendimize şu soruyu sormalıyız: Kabalıkla,
öfkeyle, hoyratlıkla dolu bir toplumda yaşamak gerçekten bizim tercihimiz mi?
Yoksa alıştıkça uyuşuyor muyuz? Belki de artık en büyük cesaret aynaya dürüstçe
bakmak ve kendimizi gerçekten sorgulamaktır.
Peki ya ben?
Bu toplumun içinde yaşayan bir birey olarak ben ne yapıyorum? Sessiz kalıp
olanı biteni sadece izliyor muyum, yoksa ben de kabalığın, hoyratlığın küçük
bir halkası mıyım? Gün içinde sarf ettiğim her söz, gösterdiğim
her tavır, sokakta yürürken, trafikte, markette sıra beklerken
sergilediğim tutum... Bunlar gerçekten toplum denen bu büyük yapıya ne katıyor?
Bir gülümsemeyle, sabırla, anlayışla bu yapının bir tuğlası olabilirken,
öfkemle, kırıcı sözlerimle bir duvarını yıkıyor muyum acaba? Kendimize şu
samimi soruyu sormalıyız: Bugün, çevreme ne verdim? Umut mu yaydım, yoksa
huzursuzluk mu? Bir kelimeyle birini mutlu mu ettim, yoksa farkında olmadan
yıktım mı? Belki de toplumu değiştirmek, en yakınımızdan ve kendimizden başlar…
Hani sıkça
duyduğumuz kimi zaman da kullandığımız bir söz vardır, “İnsanlıktan nasibini
almak” diye… İşte tam da bu noktada durup düşünmek gerekir. Çünkü insan olmak
sadece nefes alıp vermekle, konuşmakla, yürümekle açıklanamaz. İnsanlık, bir
erdem meselesidir; vicdanla, empatiyle, sabırla ve saygıyla yoğrulmuş bir
haldir. Kabalık, şiddet, küfür ve tahammülsüzlükle yaşayan biri insanlık
denilen o büyük değerden nasibini alamamıştır aslında. Zira insanlık; güç
gösterisinde değil, gönül kazanmakta gizlidir. Birine bağırarak değil, onu
anlamaya çalışarak büyürüz. Herkesin sesi yükseliyor olabilir ama insan olan
sesinin tonuyla değil, sözünün değeriyle yankılanır. Bu yüzden insanlıktan
nasibini almak, ahlaki ve toplumsal bir sorumluluktur. Yoksa yaşamakla, kılık
kıyafetle, gezmekle tozmakla, yemek içmekle insan olunmuyor…
Öküzlüğü
benimseyip yaşam tarzı haline getirenler için bundan vazgeçmek mümkün değildir.
Yapılan eleştiriler karşısında çözüm yolu üretmek yerine çıkış yolu arayışını
yine kendi çıkarı doğrultusunda ifade ederek reddederler. “Değişemiyorum,
ne yapayım, beni böyle kabul edin” demek, dışarıdan ne kadar masum ve haklı
bir talep gibi görünüyor. Oysa insan kendini değiştirmeyi reddedip
çevresindekilere “beni böyle kabul
edeceksiniz” dediğinde, bu bir anlayış çağrısından çok, karşısındakine bir
dayatma değil midir? Bu, farkında olmadan ya da bilerek bir ezme biçimine, bir
tahakküme dönüşmez mi? Hele ki karşıdaki insanı yıpratan, değersizleştiren,
yoran bir tutum içeriyorsa… “Ben buyum”
demek, sorumluluktan kaçışın en kolay kılıfı olabilir. Saygı görmek isterken
saygı göstermemek, anlaşılmak isterken anlamaya çalışmamak, insan ilişkilerinde
en sık rastlanan çıkmazlardan biridir. “Beni böyle kabul et” demek de, aslında
“seni hiç dikkate almıyorum,”
demenin kibarca söylenmiş hali değil midir? Oysa gerçek saygı, karşılıklı
dönüşüm cesaretinde, birbirini zorlamadan, ezmeden gelişen bir anlayışta saklıdır.
Bu
tavırların alt metnine bakınca, aslında söylenmek istenen çok açıktır, “Senin bir kıymetin yok benim gözümde. Sana
değer vermiyorum. Çıkarım olmayan yerde nezaket de göstermem.” Özellikle bu
tutum eşe, çocuğa, kardeşe, yani en yakınındaki insanlara yöneliyorsa daha da
ağırdır, daha da yaralayıcıdır. Kabalık, bağırmak, aşağılamak bir iletişim
biçimi değil; güç gösterisidir. “Güç
bende, seni umursamıyorum,” demenin başka şeklidir. Hele hele evin içinde,
çocukların gözü önünde küfür etmek, küçümsemek, bir bireyin kişiliğini yıkmakla
eşdeğerdir. Bu davranışlar sessizce şu mesajı verir: “Benim saygım da sevgim de
koşulludur. Faydan varsa var, yoksan yok.” Oysa en çok saygı ve nezaketi hak
edenler, en yakınlarımız değil midir? Kiminle samimiysek ona kaba olmak neden
normalleşti? Neden gücü, sevgiyi ezmeye, saygısızlığa dönüştürdük? Bu
tutumların adı ‘aile içi iletişim’ değil, açık bir değersizleştirme biçimidir.
Ve bu, insanın kendi ahlakıyla yüzleşmesi gereken derin bir çürümeye işaret
eder.
Tüm bu
kabalıkların, hoyratlıkların, saygısız davranışların ardından kişinin dışarıda
bambaşka bir profil çiziyor olduğunu da görmekteyiz. Bu da ayrıca bir sorundur.
Kendini kibar, nazik, hatta "çok
anlayışlı biri" gibi sunması başlı başına bir ikiyüzlülük örneği değil midir? Evde eşine, çocuğuna, ailesine hakaret eden, bağıran, sevgiyi ve saygıyı çok
gören biri; dışarıda selamı eksik etmeyen, tatlı dilli, hal hatır soran biri
oluverir. Bu sadece bir maske takmaktan ibaret değil, aynı zamanda ahlaki
yozlaşmanın en kamufle hali, bir tür sosyal sahtekârlıktır. Çünkü kibarlığın
değeri, tanımadıklarına değil; en yakındakilere gösterilen tutumda saklıdır.
İkiyüzlülük, sadece dürüstlükle değil, vicdanla da çelişir. Evde kabalıkta zirve yapan birinin dışarıda alçakgönüllü görünmeye çalışması,
sadece kendini kandırmasıdır. Zira gerçek ahlak, kapı kapandığında, perde
çekildiğinde, dış dünyanın gözü üzerindeyken değil; kimse izlemezken kendini
gösterir. Ve ne yazık ki birçok insan, dışarıya karşı ahlak timsali görünürken,
kendi evinde ahlaksızlık üretmeye devam ediyor. İşte bu, toplumun en derin
çelişkilerinden biridir.
Oysa öküz
olmamak, öküzlükten kurtulmak, ondan uzaklaşarak insan olmak o kadar da zor değil;
düşünmek, empati kurmak, saygı göstermek, yanlışlarımızı kabullenmekten geçer.
Hele de belli bir yaştan sonra… Hayatın ne denli kırılgan ve kısa olduğunu
anladıkça, kibirden, öfkeden arınmak, yumuşamak, insan olmanın en gerçek
anlamını kavramak mümkün olur. Çünkü insanlık, yalnızca nefes almak ya da var
olmak değil; anlamlı yaşamak, sevmek, bağışlamak ve affedebilmektir. Sonuçta
insan olmanın gerçek sınavı, içimizdeki bu basit ama güçlü erdemleri her
durumda yaşayabilmekte yatar. Ve belki de asıl olgunluk, zaman geçtikçe bunu
daha iyi anlayabilmektir.

0 Yorumlar