Kaybetmek, çoğu zaman bireysel bir eksiklik gibi gösterilir bize. Sanki tüm mesele senin daha az çalışman, daha az istemen, yeterince çabalamış sayılman gibi… Oysa gerçek öyle değil. Kaybeden dediğimiz insanlar, çoğunlukla kendilerine sunulan zeminin kayganlığında düşer. Kimse zemini kim hazırladı, bu kuralları kim koydu diye sormaz. İşte bu yüzden "Kaybedenler Kulübü" yalnızca mağdurların bir araya geldiği bir yer değil; bu oyunun hileli doğasını fark edenlerin ortak bilincidir, sessiz, derin ama güçlü bir çığlıktır içimizde.

Düzen öyle ustaca kurulmuş ki, insan kaybettiğinde dönüp sisteme değil, önce kendine bakıyor. "Demek ki yeterince çalışmadım", "daha çok çabalamalıydım", "ben başaramadım" diyor. Çünkü sistem, başarısızlığın faturasını bireye kesmeye çoktan hazır. Böylece kimse çıkıp da “Oysa bu düzen hiç adil değil” diye isyan edemiyor. Çünkü herkes sanıyor ki mesele kendi eksikliğinde. Sesini çıkaranlar için hukuk alanı da maalesef hep kapalıdır. İşte tam da bu yüzden, Kaybedenler Kulübü hep kalabalık. Ve o kulübe girenlerin çoğu, neden orada olduğunu bile tam olarak bilmiyor.

Biraz durup düşünsek özel bir durum olmadıktan sonra sistem, kaybedeni olduğu kadar kazananı da baştan belli ediyor. Kazanma şartları kadar hazırlanma şartları da eşit değil, herkes aynı çizgiden başlamıyor ama beklenti herkesin aynı performansı göstermesini öngörüyor. Çoğunlukla kendimizi kandırarak herkes eşit şartlardaymış gibi davranıyoruz. En acısı da, bu eşitsizlik öyle içselleştirilmiş ki, insan kaybederken bile suçu sisteme değil kendine yüklüyor. Böylece o görünmez akıl, yani sistemi inşa eden güç, kendini temize çıkarıyor.

Asıl mesele, bireysel bir başarısızlıktan öte; adaletsiz bir düzenin sistematik olarak güçlüden yana işleyişi değil midir? Ve bunu görebilmek, düşünsel bir uyanış gerektirir. Oysa öğrenilmiş çaresizliğin pençesinde kıvranıp hep geri adım atmak, biraz nefes almak, biraz da durmak zorunda kalıyoruz. Kalan hayatımızı da kaybedişimizin üzerine inşa etmeye odaklıyoruz. 

Bazı yarışlar insana kim olduğu kadar “kim olmadığını” da öğretiyor. Bazıları ise “gerçekten neye ihtiyacın olmadığını.” Yani uzun saydığımız bu kısacık hayat bir nevi yanlış anlaşıldığının aksine bir yarış değil, yolculuktur. Ve bu yolculukta herkesin bir hikâyesi vardır. Kimi sessizce kazanır, kimi onurluca kaybeder. Ama her hâlükârda mesele; bu yolda kendini kaybetmemek, ayakta kalabilmek olmalıdır. Aslında insanın neyi kazandığı ya da neyi kaybettiği çoğu zaman yaşadığı olaylardan çok, o olayla ilgili beklentilerine bağlıdır. Hani hep derler ya, "beklentin varsa hayal kırıklığına hazırlıklı ol" diye... Gerçekten de öyle. Bir şeyi elde edememek değil asıl yoran; o şeyin hayalini kurarken oluşan beklentidir. 

Kazanç ve kayıplar, nesnel birer sonuç değil çoğunlukla öznel bir algıdır. Bir kişi için büyük bir fırsat olan şey, başka biri için sıradan olabilir. Neden? Çünkü o konuda beklentilerimiz farklıdır. Kimimiz hayatı büyük zaferlerle ölçerken, kimimiz bir fincan çayın yanında edilen dost sohbetini en kıymetli an sayar.  İşte tam da bu yüzden, “beklentiyi sıfırlamak” bir nevi içsel özgürlüktür. Ne verirsen onu kabul ederim demek gibi... Kaybetmeyi göze alarak kazanmak gibi… Bu yaklaşım, insanı kırılganlıklarından arındırır. Çünkü insanı en çok yaralayan şey, gerçekte yaşadıkları değil, yaşanmadığı hâlde hayal ettiği şeylerin yoksunluğudur.

Ve evet, belki de en büyük kazanım; artık kaybetmekten korkmamaktır. Bu da ancak beklentinin hükmünden kurtulduğumuzda mümkün olur. Yani dış dünyanın başarı, statü, onay gibi ölçülerinden sıyrılıp kendi iç ölçülerimizle yaşamaya başladığımızda... İşte o zaman gerçek bir huzura, gerçek bir kazanca ulaşabiliriz. 

Bu şekilde elde edilen kazanç Stoacılık ve Doğu felsefeleriyle birebir örtüşür. Stoacılara göre mutluluğun temelinde kontrol edemediğimiz şeylerden beklenti duymamak yatar. Epiktetos’un meşhur sözü vardır: “Seni rahatsız eden şeyler olaylar değil, onlara yüklediğin anlamlardır.” Yani kazanç ya da kayıp, gerçekte yaşanan bir durum değil, bizim ona verdiğimiz anlamdır. 

Doğu felsefesi, özellikle de Budizm ise arzunun kaynağı olduğu acıya işaret eder. Buda der ki: "Arzu etmezsen acı çekmezsin." Burada da beklentilerin sıfırlanması, insanın özgürleşmesi için şarttır. Bir şeyi istememek, onu elde edememekten doğacak mutsuzluğu ortadan kaldırır. 

Her iki yaklaşım da aslında bizi dış dünyadan gelen uyaranlara göre şekillenmekten alıkoyar. Yani para kazanmak, başarmak, beğenilmek gibi dışsal ödüllere değil; içsel bir dengeye ve farkındalığa yönlendirir. Beklentiyi bıraktığında, kaybetme korkun da biter. Kazanmak da artık dışsal bir gösterge değil, içsel bir doyum haline gelir. 

Hem Stoacılık hem Doğu öğretilerinden hareketle “Gerçek kazanç, hiçbir şeye sahip olmadan da mutlu olabilmeyi başarabilmektir.” İşte bu, modern insanın kaybettiği ama yeniden hatırlaması gereken en kıymetli bilgeliklerden biridir.