Mutsuzluk, çoğu zaman kaybetmenin sessiz bir ifadesidir. Ama mesele, neyi kaybettiğimizdir aslında. Parayı mı? İtibarı mı? Zamanı mı? Kendimizi mi? Oysa bazen insan neyi kaybettiğini bile bilemez, sadece bir boşlukla yaşar. İlginç olan bu boşluk öyle kolay kolay görünmez çünkü sistem bize her zaman "gözünü aç da çevrene bir bak hele; senden daha kötüleri de var" diyerek bir çeşit gönüllü avunma önerir.

Evet, senden daha kötü durumda olanlar vardır. Ama bu gerçeği sana sunan niyet, seni gerçekten teselli etmek midir, yoksa seni sorgulamayacak hale getirmek mi? Bu şükretmenin arkasına saklanmış bir bastırma, bir rol paylaşımıdır. Ve belki de asıl tehlike şurada başlıyor: İçinde bulunduğumuz ortam, hangi duygunun "meşru" olduğunu bize dayatıyor. Kaybetmiş olsak da kazanan gibi davranmak zorunda kalıyoruz. Toplum, mutsuzluğu zayıflık; suskunluğu olgunluk; şükretmeyi ise kabulleniş gibi sunuyor. Ama ya gerçekten mutsuzsak? Ya o gülümsediğimiz anların arkasında bastırılmış yüzlerce isyan, sorgulanmamış binlerce duygu varsa? Kimin umurunda değil mi??????

İşte o zaman felsefenin en temel sorularından biri geliyor kapımıza: “Gerçekten neye sahibiz ve neyi yitirdik?” Belki de mutluluk, sahip olduklarımızdan çok, içimizde olanlarla yüzleşebilmektir. Ve belki de en büyük kaybediş, bu yüzleşmeyi sürekli erteleyerek, kendi içimizde bir yabancıya dönüşmektir. Zihnimiz bir noktada buna isyan eder ama biz onu da bastırmayı öğrenmişizdir. Çünkü “isyankâr” olmak da sistemin dışına çıkmak demektir. Hâlbuki sorgulamak, isyan etmek değil; anlamaya çalışmak, derinleşmektir. Ve bu da ruhsal bir cesaret ister.

Kimi zaman yanlış bir karar, kimi zaman susmamız gereken yerde konuşmamız ya da konuşmamız gereken yerde susmamız… Hayat, tüm bu küçük seçimlerin bir toplamı aslında. Bu yüzden öz eleştiri, sadece bir erdem değil, aynı zamanda bir aydınlanma biçimidir. “Ben nerede durdum, neyi göremedim, neyi yanlış yaptım?” sorusunu sorabilmek, kazanmanın değil ama olgunlaşmanın göstergesidir.

Elbette her şey bizim kontrolümüzde değil. Zaman, koşullar, çevre, sistem… Bunların etkisini göz ardı etmek de gerçekliğe haksızlık olur. Ama hiçbir zaman topu tamamen başkasına atarak, kendimizi oyunun dışına çıkararak bir samimiyet yakalayamayız. Çünkü insan ancak kendi içindeki hesaplaşmaları dürüstçe yapabildiğinde gerçekten büyür.

En çok da hesaplaşmaktan korktuğumuz alanlardan evlilik kurumu da kazanmak ve kaybetmek paradoksunda nasibini fazlasıyla alıyor. Belki de hayatımızın en çarpıcı, en can alıcı dönemi bu sürecin içinde şekilleniyor. Peki, evlilik bize neler kazandırdı, ya da neleri bizden götürdü? Bu muhakemeyi hangi noktada, ne zaman yapmamız gerektiği de başlı başına bir mesele. Gönlümüzün, kalbimizin bizlere kattığıyla bizden aldığı arasında ne kadar adil bir hesap yapılabilir? Elbette şartlar devreye giriyor: din, gelenek, toplumsal normlar, aile baskıları... Bunların dışında bir de bizim içimizde yeşeren hayaller, arzular, gerçekleşmesini umduğumuz o saf beklentiler var. Kimi zaman hepsi birden aynı terazide tartılıyor; terazinin kendisi ise çoğu zaman eğri. Kazandıklarımız mı ağır basıyor, yoksa kaybettiklerimiz mi? Bu sorunun cevabı bazen bir ömür aranıyor. Belki de evlilik, bu arayışın ta kendisi; hem içimizde hem dışımızda. Yani mesele yalnızca birlikte yaşamak değil, birlikte neyi yaşamadığımız ya da hangi hayalden vazgeçtiğimizle de ilgili.

Evlenmekle ayrılmak arasında “kazanç” ya da “kayıp” gibi net çizgiler çizmek, hayatı siyah-beyaz görmekten farksız. Oysa yaşam gri tonlarla yaşanan bir yolculuk değil midir? Toplum, boşanmayı genellikle bir başarısızlık, bir "yenilgi" gibi görme eğiliminde. Hele ki özellikle kadınlar için bu yargılar daha da sert. Oysa felsefi düzlemde baktığımızda, bir insanın kendine yabancılaştığı bir ilişkiden özgürleşmesi tam da bir kazanımdır.

Sokrates’in bilindik bir sözü vardı: “Evlenin; iyi bir eşiniz olursa mutlu olursunuz, kötü bir eşiniz olursa filozof olursunuz.” Belki bu cümleyle biraz gülümsetmek istemiş olsa da hayatın hiçbir deneyimi boşuna değildir. Evlilik de ayrılık da birer deneyimdir. Önemli olan, o bireyin elde ettiği deneyimle ne yaptığıdır.

Birlikte olmanın kutsandığı kadar, gerektiğinde ayrılabilmenin de cesaret ve bilinç gerektirdiğini kabul etmek gerek. Çünkü boşanmak, bir nevi  "kendin olma” mücadelesidir. Sahte mutluluk pozları vermek yerine, içten bir nefes alabilmektir. Bu nedenle, boşanma bir kayıp değil; bir yüzleşme, bir dönüşüm, bir yeniden doğuş da olabilir. Esas mesele ne evlenmekte ne boşanmaktadır. Mesele, kendine sadık kalabilmektedir… Ve belki de “gerçek kazanmak”, dışarıdan nasıl göründüğünden ziyade, içeride nasıl hissettiğinle ilgilidir.

Hayatta kaybettiğimizi düşündüğümüz anlar, aslında çoğu zaman yalnızca dış koşulların değil, kendi iç dünyamızın, tercihlerimizin ve kabullerimizin de bir yansımasıdır. Ezildiğimizi, hayallerimizden uzaklaştığımızı hissettiğimizde, genellikle bunu dışsal faktörlere bağlama eğiliminde oluruz: sistem adaletsizdi, insanlar anlayışsızdı, şans bizden yana değildi. Bunların her biri, elbette belli ölçülerde gerçeğin parçalarıdır. Ancak bu parçaların toplamı, bizim mutlak hakikatimiz değildir.

İnsan, sadece karşılaştığı koşulların ürünü değildir; o koşullar karşısında aldığı tutumla kendi varlığını inşa eden bir özdür. Sartre'ın ifadesiyle “insan, kendi yaptıklarıyla neyse odur.” Bu, suçlayıcı bir ifade değil; daha çok sorumluluğun farkında olmayı öğütleyen bir duruştur.

Elbette kader, şans, sistemsel eşitsizliklerin bir yere kadar etkili olduğunu düşünüp inanabiliriz ama tüm bunlara rağmen “Ben ne yaptım? Ne yapabilirdim? Nerede durdum ya da durmadım?” sorularını içselleştirmekle kendimizi yargılayabiliriz. Sürekli olarak “öteki”ni suçlamak ya da başımıza gelenleri “kader”e bağlamak, görünüşte bir rahatlama sağlar; ama bu aynı zamanda kendimizle yüzleşmekten kaçmanın da bir yoludur. Çünkü suçlayacak bir öteki varsa, biz sorumluluktan azade oluruz. Ama bu aynı zamanda değişim hakkımızı da elimizden alır. Eğer suç hep dışarıdaysa, biz hiçbir şeyi dönüştüremeyiz.

Belki de hayattan umduğumuzu bulamamış olmamızın bir kısmı bizim tercih ettiğimiz ya da etmek zorunda kaldığımız yollarda saklıdır. Ve işte tam burada, öz eleştiri devreye girer. Bu, kendimizi yargılamak değil, anlamak için bir adımdır. Sokratik bir sorgulama haliyle: “Ben bu hayatı neden böyle yaşıyorum?” sorusunu dürüstçe sormaktır.

Sonuçta, kaybetmiş olarak hissetmek insanidir; ama bu kayıpları sadece dış dünyaya yükleyerek kendimizi temize çıkarmak değil, içsel bir arayışa kapı aralamak gerçek çıkış yoludur. Belki de asıl dönüşüm, dış koşulların değil, bakış açımızın değişmesiyle mümkün olur. Bazı durumlar vardır ki sonucun kayıp olacağını bile bile gireriz o yola. Çünkü insan ruhu sadece kazanmaya değil, deneyimlemeye de açtır. “Keşke” demektense “denedim, olmadı” demek, bir nevi ruhun kendine saygısını korumasıdır. Çünkü bazen mesele kazanmak ya da kaybetmek değil, o sürecin içinde yer almak, cesaret göstermek, bir duruş sergilemektir.

İşte bu noktada devreye bazen şans faktörü girer. Çünkü her şey hesapla, planla yürümez hayatta. Tam hazırlandığını sandığın yerde olmaz, hiç beklemediğin anda kapı açılır. Bu yüzden kazanmak çoğu zaman sadece başarıya değil, zamana, koşullara, hatta biraz da nasibe bağlıdır. Ama denemek… O tamamen bize bağlıdır.

Kazandığında övünmek kolay, ama kaybedeceğini bile bile denemek, işte gerçek cesaret oradadır. O nedenle bazen bir işe girişmek bile kendi içinde bir kazanımdır. Çünkü kazandığın sonuç değilse bile, kaybederken kazandığın özgüven, farkındalık ya da iç huzur seni bir sonraki adımda çok daha güçlü yapar. Belki de mesele hayatın bazı alanlarında kazanmak cesaret değil, şanstır. Ama kaybedeceğini bilerek denemek, kesinlikle karakter meselesidir.