“Ben sana âşık oldum bir tanem,
Ben seni öyle sevdim gül tanem,
Hadi dön tut ellerimi
Bırakma beni böyle bir ömür boyunca”
Aşk, nasıl bir tutkuysa artık uğruna sayısız savaşlar yapılmış, şehirler yerle bir olmuş, şiirler dökülmüş, edilen yeminler bozulmuştur. Tarih boyunca barışın da, kavganın da, kaosun da kaynağı olmuş. Düşünsenize, böylesine güzel ve güçlü bir duygu nasıl olur da acıyı, kederi, sıkıntıyı beraberinde getirir?
"Aşk acıtır mı ya da âşık olanlar
birbirini incitir mi?" diye… Onu hep masum,
kutsal ve yüce bir his olarak tanıdık. Romanlardan, şiirlerden, dizilerden
öğrendiklerimizle… Ama hayat dediğimiz şey, hiç de öyle
masalsı ve kusursuz değil. Edebiyatın hayal bahçelerinde geçen pembe panjurlu,
çiçeklerle bezenmiş, kuş sesleriyle dolu sahnelerle gerçeğin doğası bambaşka. Gerçek hayat dediğimiz bu
dünya, kalbi dikenli tellerle sararı sanki. Sıkıştırır, boğar, ondan kurtulmaya
çabaladıkça incinir ve incitirsin. Demek ki aşk dediğimiz şey de sadece sevgiden ibaret
değildir. Beklentilere tutunup hayaller kurmaktır.
Çocukken bu hayalleri ne kadar çok
kurardık, değil mi? Ne kadar masumca ve temiz duygularla süslerdik içimizi...
Ferdi Tayfur’un o büyülü şarkılarıyla harlanan yüreğimizdeki yangını kimseye itiraf edemeden içimizde söndürürdük. O zamanlar
aşkı dile getirmekten utanırdık; hislerimizin böyle yoğun olması bile bizim
dünyamıza yabancı gelirdi. Bizim orası taşraydı; o hisse aşk demezdik,
utanırdık; kara sevda derdik. Murat Göğebakan’ın şarkıları eşlik ederdi
yangınımıza, külleri eşeleyip geriye sevdadan bir şeyler bulmaya çalışırdık...
“Kara sevda bu, diyoruz...
Merhem ne çara
Lokman ne eylesin
Yürekte yara”
Evet, âşık olmak bir anlamda temize çıkmak demektir. O zaman günahlarımızdan arındığımızı sanırdık. Başka hiçbir söze gerek kalmazdı. Öyle güçlü bir duygu ki her günahın üstünü örtebilecek bir kudrete sahip olduğuna inanır, ardımıza bile bakmazdık. Eski defterler bir anda kapanıverirdi. Aşık olmuştuk bir kere, bundan ötesi yoktu. İçimizde biriktirdiğimiz, Pandora’nın kutusundan çıkan ne varsa pırr diye uçup gidecek, kaybolacak sanırdık. Ta ki birbirimizi daha yakından tanıyıp kendi gerçekliğimizi fark edene kadar.
Âşık oldum” cümlesi ne çabuk ve kolay
söyleniyor… “Âşık olmak” artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması değil
midir? Yani, kendi özümüzü bir başkasının varlığında eritmeye razı gelmektir...
Bu dönüşümle anı kurtarmak adına romantik
bir hisse yenik düşüp derin bir yanılsamanın içine mi giriyoruz yoksa?
Âşık olduğumuzda, yıllardır üzerine
titrediğimiz, besleyip büyüttüğümüz onca akıl, ilke, prensip ve karakter bir
kenara mı bırakılmalı? Kalbimizin fırtınaları dindi mi sahiden, yoksa sadece
üstünü mü örttük? Aşk, her şeyi affettiren bir bahane mi, yoksa bizi kendimizden
koparan bir gerekçe mi? Sevdiğimiz kişi öfkelendiren, kıran, üzen biri
olduğunda sessiz mi kalacağız? Onun yaptığı yanlışlar, sırf “aşk” var diye
görmeyecek miyiz?
Aşık olmak, insanın kendinden vazgeçmesi
midir? Yoksa aşk, insanı kendine en çok yaklaştıran hâl midir? Eğer bizi biz
yapan tüm değerler bir anda gözden çıkarılıyorsa, bu bir bütünleşme değil, bir
yok oluş değil midir? Aşk adına her şeyin mazur görülmesi, aslında içten içe
kendimize ihanet değil midir? Aşk, evet dönüştürücüdür. Ama o dönüşüm,
kendimizi, bizi biz yapan benliğimizi inkâr edecek noktaya kadar ulaşmalı mı? Gerçek aşk, birini yüceltirken bizi yok eden değil; birlikte var etmeyi bilen
bir hâl değil mi ki? Aksi hâlde, aşktan geriye kimliksiz bir bağlılık kalmaz
mı?
Eskiler, özellikle de Divan şairleri, aşkı
sadece bir duygu olarak değil; bir hâl, bir varoluş biçimi olarak görürlerdi.
Onların kaleminde aşk, bugünkü gibi yüzeysel ya da gündelik bir heyecan değil;
ruhu sarıp sarmalayan derin bir acı, bir teslimiyet hâlidir. Kullandıkları
benzetmeler, mazmunlar öyle güçlüdür ki, insanı düşünmeye zorlar. Fuzuli bir
beytinde:
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan
tabîb
Kılma dermân kim helâkim zehri
dermândadır”
Aşk derdiyle hoşnudum, ey doktor! Bana
ilaç verme; benim helâk olmam, senin derman olsun diye vereceğin zehrindedir,
diye yazmış. O aşk ki, acı ve keder veren bir dert midir de derman arar
tabipler. Aşk hastalık değil midir, normal davranmanın dışında hareket etmek
değil midir? Bedenin, ruhun bambaşka hale gelmesi değil midir? Sağlıklı
düşünememektir. Keyiften deli olmak, divane gezmektir. Fuzuli bu aşkın derdiyle
mutludur. O, aşkı bir dert olarak görse de, bu derdin kendisiyle
barışıktır. Doktora derman arama çağrısı yapmaz, çünkü ona göre aşkın bir ilacı
yoktur. Bu da gösteriyor ki, aşk, iliklerimize işleyen, düşüncemizi ve
irademizi zayıflatan bir teslimiyet halidir. Aşkın özü biraz da budur
belki, tam olamadığımızı fark edip, tamamlanmayı arzulamak ama hiçbir zaman
tamamlanamamaktır.
O hâlde, gerçekten âşık olan biri acı mı çekmeli? Fuzuli’nin şiirine döndüğümüzde bu sorular daha anlamlı hâle gelir. Onun için aşk, bir konfor alanı mı yoksa her daim artçıları olan, olması gereken bir deprem mi? Sarsılmalıyız değil mi? Enkazı altında kalmaya ne demeli. Uğruna ölmeli, ölünmeli mi? Eğer tereddüt varsa o aşk mıdır ki... Dolayısıyla Fuzuli’nin aşkı sadece bir haz değildir. Aşk, derdin ta kendisidir ve bu dertle yanmayı gerektirir. Öyleyse aşk, yakmalı mı ciğeri… Aşkın yüceliği yangının büyüklüğüyle mi ölçülmeli? Herkesin aşık oldum demesinin, dillerde pelesenk olmasının karşılığı olan “AŞK” bu mu? Peki ya aşk bir dert, bir yangın, bir sızı değil de bir serinleme, bir ferahlık, bir huzur neden değil? Öyle olması gerekmez mi? Yangına su ise, ruha huzur da aşk neden olmasın…
Yoksa, yoksa, yoksa “Aşk” dediğimiz şey,
çok iyi kamufle edilmiş bir yanılgıdan mı ibaret? Öyle de olsa bundan kolay kolay vazgeçemiyoruz.
Ne dersiniz, aşk gerçekten var mı? Yoksa hepimiz sevilme arzusunu aşk sanmaya
mı meyilliyiz? Çünkü bizde aşk da sevgi de, geleneklerin ve alışılmış
kabullerin izin verdiği ölçüde yaşanır. Ötesi ya ayıp olur, ya günah ya da
fazlalık. O yüzden belki de önce aşkı değil, aşkı yaşamaya niyet ettiğimiz
zihniyeti sorgulamak gerek.
Kaldı ki aşk dediğimiz şey kendi başına bir hakikat değildir; onu şekillendiren ona anlam yükleyen biziz, çevremiz, inançlarımız, toplumsal rollerimiz. Aşka dair ne biliyorsak, aslında öğrendiğimiz kalıplar kadardır. Geleneklerimiz, göreneklerimiz, dini yorumlarımız, ahlak anlayışımız… Hepsi aşkın sınırlarını çiziyor. Ne kadar çok âşık olduğumuzu söylesek de, içten içe kendimize dur deyip frenliyoruz.
Oysa aşk birleştirir/birleştirmeli der, nefretin önüne geçer sanırız. Ama içimizdeki hayvanla birlikte toplumsal hafıza ne yazık ki çatışmayı, düşmanlığı, "öteki" yaratmayı daha kolay kodlar. Bu yüzden de kalıcı ve güçlü olan nefret olmuyor mu? En yakınımıza, en sevdiğimize karşı ne kadar acımasız olduğumuzu hatırlıyoruz değil mi?… Yapmak zorken yıkmak bir dakika… Hani nerede o mucizevi duygu. Aşk nasıl da sessiz ve kırılgan değil mi?
İkili ilişkilerde olduğu gibi toplumsal düzlemde de aynı çelişkinin izlerini görmek mümkün. Zaman geçtikçe, anlaşmazlıklar, beklentiler ve egolar devreye girmeye başladığında, o büyülü ses giderek kısılır. Yerini kırgınlık, öfke ve hatta bazen derin bir nefrete bırakır.
Belki de en büyük hatamız aşkı hemen her şeye alet ediyor olmamız. Yetmediği yerde öfkenin, tutkunun, bağımlılığın, kıskançlığın, hatta saplantının bile üzerine bu etiketi yapıştırıyoruz. Egomuzun esiri olup tanımadan, anlamadan gözümüz açılıyor ve "ilk görüşte aşk" diye atlayıveriyoruz. Aslında üç kuruşa beş köftenin olmadığını çok iyi biliyoruz. Belkiler üzerine inşaya başlıyoruz. Zemin etüdü yapmadan. Aşk bu kadar ucuz, bir o kadar da kolay mı olmalı. Hissiyatımızı bu kadar mı sağlam ve sarsılmaz sanıyoruz.
Çoğunlukla saçmalardan seçmeler yaparak kalbimizin en değerli köşesini çöplüğe çeviriyoruz. Hele bir dur. Önce bir anla. Karşındaki kim, sen nesin, ne hissediyorsun? Atıl kurt havalarına girmeden önce ölçmek, biçmek, tartmak gerekmez mi? Her şey Yeşilçam filmlerindeki toz pembe hayallerle süslü değil. “Ben sana köpek gibi âşık oldum” masalları anlatılmaya başlanıyor. Hadi oradan, demek gerekiyor bazen. Aşk sanki yolgeçen hanı, her gelene bir lokma dağıtıyorsun? O kadar basit mi ki bu kavram hor kullanılsın? Aşk, emek ister, zaman ister, derinlik ister. Ha illa hemen bir duyguya isim koyacaksan koy ama bunun adı neden hep aşk oluyor.
Özellikle gençlik yıllarımızı anımsayalım,
aklımızı rafa kaldırıp duyguların rüzgârına kapılmadık mı? Aklımızın bir karış
havada olduğunu yıllar sonra anlamadık mı? Aptal âşık modunda ne
davranışlarımız olmuştur. Doğru dürüst düşünmeden karar verdik. Hele de bu
hızlı kararları evlilikle taçlandıysa, vay ki vay... Aşk sandığımız şeyin
aslında yalnızlık korkusu, alışkanlık ya da o anki heyecanın cilvesi olduğunu
çok sonra anlıyoruz. Zaman geçtikçe maskeler düşüyor, beklentiler değişiyor ve
bir bakmışız, hayalini kurduğumuz kişiyle değil, tamamen başka biriyle yaşam
kurmuşuz. Bu yüzden aşkı değil, süreci sevmek gerektiğine kafa yormaya
başlıyorsun. Her yeni yaşında sendeki aşkın tanımı da değişiyor. Nasıl
tanımladığımız aşk kadar hayattan beklentilerimizle anlam kazanmaya başlıyor.
Büyüyoruz; hayal kırıklıklarımızla, hatalarımızla beraber… Tahammül
eşiğimiz eskisi kadar kalın olmuyor artık, aşka da alışıyoruz,” amaaan” deyip
geçiştirdiğimiz olmasa da olur bir metaya dönüştüğüne şahit oluyoruz. Tahammül edemiyoruz artık, kızıyoruz, bağırıyoruz, öfkeleniyoruz…
Ve belki de sınırı aşan şey gerçekten karşımızdakinin eylemi mi, yoksa bizim içimizde hâlâ yüzleşemediğimiz kırılganlıklarımız mı? Bunun temelini aşkla bastırdığımız öfke mi oluşturuyor? Aşk zayıflayınca diğer duygular hele de öfke gün yüzüne çıkıyor. Âşık olan sevdiğine öfkelenmez değil mi? Ya da aşk öfkenin önünde Çin Seddi gibi durur, durmalı. Durdu mu peki, durabildi mi? Âşık olmak bir kişiye insanüstü bir sabır bahşeder mi dersiniz?
Her şeye rağmen öfkelenir insan, hayal kırıklıkları yaşar. Sevdiği
insandan hiç beklemediği sözler duyar, davranışlar görür ve işte orada aşkın
altına sakladığımız öfke dinamitleri patlar. Yakar, yıkar, kül eder aşka dair
ne varsa… Peki, bu bir zayıflık mıdır? Yoksa aşk dediğimiz şeyin ne kadar
karmaşık, zayıf ve çelimsiz olduğunun bir göstergesi mi?
Daha en başından kendimize şu soruyu
sormalıyız: "Ne yaparsa silersin?" bu aslında aşkın sende tuttuğu
yerin, senin için ne kadar derin ya da ne kadar kırılgan olduğunun aynasıdır.
Çünkü bu soru, sadece bir davranışa tahammül sınırını değil, aynı zamanda
içindeki sevginin sabrını, esnekliğini, hatta inancını ölçer. Oysa aşk
görmezden gelmek değil midir? Aşk dediğimiz şey, çoğu zaman sınır tanımazmış
gibi görünse de, hepimizin içinde çizili bir eşik vardır. İşte o eşik, sevmenin
değil, affetmenin sınırıdır aslında. Ve o eşik aşıldığında, aşk sessizce
çekilir; yerini kırgınlıkla yoğrulmuş bir öfkeye bırakır. Artık sevgi aynı
yerden akmaz, kelimeler aynı tonda çıkmaz ağızdan. Aynı bakmazsın artık onun
gözlerine. Demek ki “ne yaparsa silersin” sorusu, bir tehdit ya da kararlılık
değil; insanın kendine sormaktan korktuğu ve çoğu zaman samimiyetle
yanıtlamadığı/yanıtlamayacağı en dürüst sorulardan biridir. Burada daha zor bir
soru aklınıza geldi mi? Eğer zihninde bir aşkı silebilme ihtimalini dahi
barındırıyorsan bunun adına aşk denir mi?
Nefretin aşkla yer değiştirmesi mümkün mü?
Aşkla nefretin birbirine bu kadar yakın olması bile başlı başına bir ironi
değil midir zaten? Bugün aşkım dediği kişiye yarın düşmanlık duyabiliyorsun.
Neden? Belki de aşk dediğimiz duygu o kadar da mükemmel bir şey değildir. Bizim
beklentilerimizle büyüyordur. O kişi kafanda konumladığın yerde durmadığında,
seni hayal kırıklığına uğrattığında, sarsıldığında o kutsal kale yıkılıveriyor.
Ve kalenin enkazı altında kalan duyguların adı artık aşk değildir. Aşk evrim
geçirip öfke, kırgınlık, nefret olup azılı bir düşmana dönüşüyor.
O zaman yeniden düşünmemiz gerekmez mi,
gerçek aşk dediğimiz şey var mı, yok mu? Varsa da gözümüzde büyüttüğümüz kadar
kutsal bir gerçekliğe sahip midir? Biz ne kadarını yaşadık, yaşıyoruz? Bu
ayrımı kim nasıl yapacak veya yapabilir? Keşke bir matematiği olsa değil mi?
2+2= 4 etse hani, ak mı kara mı ne olduğu ortaya dökülse... Yoksa tüm bu
duygular – aşk, nefret, hayal kırıklığı – aslında bizim zihnimizin inşa ettiği
duygulardan ibaret şeyler mi? Belki de “Aşk” beklentilerimizin süslendiği bir
düşten ibarettir. Gerçek aşk varsa eğer, beklentisiz olması gerekmez mi? Ama
hangi insan sevdiklerinden hiçbir şey beklemeden sevebilir ki? Bir söz, bir
bakış, bir anlayış… Hep bir şeyler isteriz değil mi? Ve işte o isteme hali,
aşkın kırılma noktası değil midir ki?..
Belki de aşk dediğimiz o çok çok
yücelttiğimiz şey, aslında sadece bir "zan"dan ibarettir. Yani
biz neye inanmak, neye sahip olmak istiyorsak ona olan tutku eşiğine aşk
demiyor muyuz? Neyi çok istiyorsak, onu aşk sanmıyoruz muyuz? Karşımızdaki
kişiye yüklediğimiz anlam, onun gerçekte kim olduğundan çok bizim kafamızdaki
kimle ilgili değil mi?.. Belki hiç var olmayan bir sevgiliye âşık oluyoruzdur.
O zihnimizdeki kişiyi o zannediyoruz. O olmadığını bilsek de kandırmıyor muyuz
duygularımızı?
“Zan” bir şeyi olduğundan farklı
görmek, hissetmek değil midir zaten? Onu öyle sevmemiz gerektiğine
inandırıldığımız için seviyoruz, onun bizi kurtaracağına, tamamlayacağına
inandığımız için değer veriyoruz. İçimizdeki boşluğu dolduracak bir şey
arıyoruz belki de. Ve karşılaştığımız bizi "iyi hissettiren" ilk
kişiyi o boşluğa yerleştiriyoruz. Adını “Aşk” koyup ilerliyoruz. Taşlar
oturdukça, tanıdıkça korkularımız başlıyor. İlişkide boşluklar oluşmaya
başlıyor. Peki sonra? İlk anda görmediğimizi, görmek istemediğimiz yüzleri
görmeye, duymadıklarımızı duymaya başlarız. Kırarız kırılırız. Belki de o aşk
sandığımız şey hiç olmamıştı. Biz sadece "öyle olmasını istemiştik".
İşte o zaman aşkın bir zan olmaktan öteye geçmediğini anlamış olacağız. Ve aşk
alışkanlıkla, yalnızlık korkusuyla, ona sahip olma hırsıyla yer değiştiriyor
sözde varlığını… O zaman aşk, sadece bir hissin değil, beklentimizin,
hayalimizin, hatta egomuzun adıdır. Ve bu yüzden aşk bir zan ise, en büyük
hayal kırıklıkları da oradan geliyor. Çünkü biz sadece sevdiğimizi sanıyor
olabiliriz. Yine de hep kendimize ait bir masal olsun istiyoruz. O
kadar çok acıyla yoğrulmuş yaşam gerçekliğimiz var ki her masalın mutlu sonla
biteceğine inanmışız.
Aşkla başlayan çoğu birliktelik nasıl olur
da zamanla nefrete, ayrılığa dönüşüyor değil mi? Çoğumuzun içinden çıkamadığı
soru belki de budur? Aşk dediğimiz şey, başlangıçta beklentilerin, arzuların,
hayallerin bir toplamıdır aslında. Sevdiğimiz kişiyi olduğu gibi değil,
olmasını istediğimiz gibi görürüz çoğu zaman. Onu bir role koyarız; sadık,
anlayışlı, hep bizimle olacak, bizi hep sevecek biri... Ama hayat, bu
senaryoları nadiren oynar. Gerçek insan, hayal ettiğimiz kişiyle
örtüşmediğinde, çatlaklar başlar. Ve her çatlak bir hayal kırıklığı, her hayal
kırıklığı bir öfke tohumu eker içimize.
Zamanla, en çok sevdiğimiz kişi en çok
incindiğimiz kişiye dönüşür. En çok ona güvenmişizdir, en çok ondan umut
bağlamışızdır. Hata dair tüm en’leri onun sırtına yüklemekle hata yapıyoruz
belki de… İşte o umut kırıldığında, aşkın yerini zamanla kırgınlık, kırgınlığın
yerini ise çoğu zaman öfke ve nefret alıyor. Aşk, en başta yücelttiğimiz kişiye
duyduğumuz o özel duygunun boşa çıkmasının acısıyla, nefretle yer değiştirir.
Belki de tüm mesele aşkı sonsuzlukla, değişmezlikle, kusursuzlukla eşleştiriyor
olmamız. Ama insan kusurludur değil mi? hata yapar. Her şey de olduğu gibi
aşkta da… Bunun kabul edilebilirlik boyutu tartışılsa da kabul etmediğimiz
sürece, aşk her zaman potansiyel bir nefrete gebedir. Hani Bektaşiler her şeye
rağmen “ iyilik iyidir” derler ya yine de âşık olmak da iyidir deyip
Göğebakan’ın sesini açalım;
“Ben sana âşık oldum bir tanem,
Ben seni öyle sevdim gül tanem
Hadi dön tut ellerimi
Bırakma beni böyle bir ömür boyunca”

0 Yorumlar